17 Mayıs Cuma, 2024

Felsefe Yazıları

Benzer Yazılar

Kapitalizmin Sistemik Krizi

EDİTÖR:
Hasan Özdağ

Bir süre Fransız Komünist Partisi (PCF)’nin başkanlığını da yapmış olan sendikacı Henri Krasucki bir keresinde “Bir bebeğe onu sakinleştirmek için verilen boş emzik açlık ve biberon arasında üçüncü bir yol değil midir?” diye yazmıştı (Krasucki, 1979: 19). Bu şüphesiz, pazar regülasyonu, devlet müdahalesi ve benzeri kurumsalcı kapitalist yaklaşımlara yöneltilmiş geçerli bir eleştiriydi. Zira bu fikir okulu, büyük resmi kaçırıyor ve kapitalizmin içerisindeki krizlerin reformcu bir yaklaşımla “refah devleti” ölçütlerini kullanarak çözülebileceğini varsayıyordu, yanılıyordu da. Yanılgılarının temelinde kapitalizmin içerisinde meydana geldiğini hesap ettikleri krizlerin kapitalizme içkin krizler, onun krizleri olması yatıyordu. Neoklasik okulla paylaştıkları bu muhafazakarlık, üçüncü yol yaklaşımcılarını kapitalizmin direkt kendisini hedef alan sorularla alternatif çözüm önerileri üretmek ve bunları kamusal değerlendirmelere açmaktan alıkoydu (Resnick & Wolff, 2010: 173). Neoliberalizmin yükselişi ve 2008 krizine giden yolu inceleyen bu makale, kapitalizmin temel öncülleri arasında metalaştırma, üretimde sürekli ilerleme, sermaye akümülasyonu ve mülkiyet ile sermaye sahibinin çıkarlarının bulunduğunu gösterip bu sistemin üretim sürecinin dışında kalan ya da emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanları ezmeden ilerleyemeyecek bir sistem olduğunu öne sürmeyi amaçlıyor. Kapitalizm zorunlu olarak artı-değer üretimi esnasında yoluna çıkan her şeyi yok edecektir. Bunu da düzenli olarak döngüsel (on senede bir gerçekleştiği varsayılan) ve yapısal (kırk-elli senede bir gerçekleştiği varsayılan bkz.1929, 1974, 2008) krizler üretip hakkında bilinen her şeyi yanlışlayarak yapar. Hiçbir müdahale, regülasyon ya da benzeri engel bu sistemin uzun vadede bir balon gibi şişip büyümesini engelleyemez. Zira “kapitalizm üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ücretli emeğin sömürüsüne dayanan her neyse odur” (Krasucki, 1979: 33).

FRANKLIN DELANO ROOSEVELT

Franklin D. Roosevelt’in 1929 buhranına bir reçete olarak hesap edilen Keynes’çı “New Deal” politikası, neoklasik okul tarafından her zaman “ekonomik büyümeyi ciddi seviyede kısıtlayıp saptırarak sosyal çatışmalar ortaya çıkardığı” gerekçisiyle sertçe eleştirilmiş, “özel ve rekabetçi pazarların hem emekçinin hem de sermayenin gerçek kazancını yukarı taşıyarak yetersiz büyümeden kaynaklı ‘sınıf çatışmalarının’ ortaya çıkmasını engellediği” öne sürülmüştür (Resnick & Wolff, 2010: 171). Bu, Keynes’çı devlet müdahalesi ve sendikalaşma politikalarının kapitalist ekonominin ilerleyişini yavaşlattığı konusunda yerinde bir eleştiridir. Ne de olsa artık işçi maaşı kesintilerinden ve daha uzun çalışma saatlerinden edinilen artı-değer (Marx’ın da ortaya koyduğu gibi kapitalizmin temel artı-değer kaynağı) ekarte olmuştur ve sermaye eskisi gibi hızla birikip devleşemez. Para, kapitalist ekonomiyi büyütebilmek adına gitmesi gereken yere gitmemektedir. Neoklasik eleştirinin değindiği bir diğer geçerli nokta, sosyal çatışmalar ve sınıf mücadelesinin siyasal arenadaki belirginliğinin artışıdır. Çünkü sendikalaşmayla birlikte işçi topluluklarının birbirlerinden haberdar olduğu bağlantılar sağlanmış ve daha önce ortak sancılarından bihaber olan emekçilerin sınıf bilinci geliştirmesi daha mümkün hale gelmiştir. Ne var ki, özel ve rekabetçi marketlerin herhangi bir ortak refah sağlamakta başarılı olmadığı kanıtlarıyla ortada olduğundan sundukları çözüm önerisinin ne kadar ahmakça olduğunu uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Eleştirileri, kapitalizmin doğal işlevini, sonu olmayan bir ekonomik büyümeyi (herhangi bir kamusal refah değil, safi büyüme) yerine getirebilmesi adına zincirlerinden salınması gerektiğinin doğru olmasıyla yerindedir. “New Deal” çatısı altında kapitalist ekonomiye aykırı bir işçi refahı ve konforu yaşanmıştır. Aykırıdır çünkü kapitalizmin temel artı-değer kaynağı emekten başka bir şey değildir. Teknoloji, makineler ve üretim araçları “sürekli sermayeyi” oluştururken emek gücü “değişken sermaye” sağlar. Bir kapitalistin sürekli sermayesi ne kadar büyükse, karı o kadar azdır (Wilson, 2019: 479).

ABD’DEKİ ANTİ-KAPİTALİST PROTESTOLARDAN BİR GÖRSEL

Marx’a göre iki çeşit artı-değer vardır: mutlak artı-değer ve göreceli artı-değer. İlki, mesai saatinin uzatılması ve emeğin sermayeye resmi olarak boyun eğmesine işaret ederken ikincisi, verimliliğin artırılmasıyla emek miktarının -dolayısıyla emeğe harcanan paranın- azaltılmasıdır (Wilson, 2019: 479). Marx’ın direkt olarak değinmediği ancak eserlerinde gömülü olan bir üçüncü artı-değerden bahsetmek de mümkündür. Bu “geçim-altı” artı-değer olarak isimlendirilebilir ve temelde işçiye emeği karşılığında hayatını idame ettirebileceğinden daha az ödeme yapmak yoluyla sağlanır (Wilson, 2019: 479). Esnek çalışma ve üretim (neoliberalizmin korkunç gerçekleri örtmek adına uydurduğu bir tabir) için faydalı olduğu iddia edilen gayri-resmi (informal) işgücü bu üçüncü tip artı-değere denk düşer (Wilson, 2019: 480). Hukuken tanınmayan ve bir güvencesi bulunmayan bu emekçilerin kendilerine dayatılan çalışma şartlarını sorgulama ve onlara meydan okuma şansı yoktur, tıpkı hayatta kalabilmek adına çalışmaktan başka şansları olmadığı gibi. Kapitalizm, sendikalar ve hukuki dayatmalar yüzünden işgücünden artı-değer elde edemediği noktada yönergenin sınırları içinde onu istismar etmenin bir yolunu bulur ve az gelişmiş-gelişmemiş ülkelerden “gayri-resmi” etiketi altında işgücü ithal eder. Neoliberalizm ve küreselleşme rüzgarlarıyla birlikte işgücünün gayri-resmileşmesi gelişmiş kapitalist ekonomilerin bütünleyici bir parçası haline gelmiştir (Wilson, 2019: 472). Gayri-resmi işgücü, “işe al-kov-işe al” formülüne uygunluğu ile günümüzde Marx’ın “yedek işgücü ordusu” konseptinin karşılığı sayılabilir.

1929 BUHRANINDAN BİR GÖRÜNTÜ

Keynes’çı yöntemler “işsizlik sigortası, emeklilik güvenceleri ve işçilere pazarlık gücü verip onları emek pazarının sert disiplininden kurtaracak diğer uygulamalarla” işgücünü meta olmaktan çıkarırsa eğer, kapitalizm devletin çizdiği sınırlar içerisinde ve hatta onun iş birliğiyle, sendikaların daha önce devlet eliyle inşa edilen etik ve hukuki dayanaklarını da yok ederek metalaştırmayı geri getirir (Resnick & Wolff, 2010: 178). Çünkü aç ve vahşi bir kaplanın üstünden kanlar damlayan bir parça ete ne kadar ihtiyacı varsa, kapitalizmin de işgücünün pazarda meta haline gelmesine o kadar ihtiyacı vardır. Gayri-resmi işgücü bunun bir örneğidir. Böylece emek pazarında rekabet artar, gerçek maaşların seviyesi azalır ve işçi sınıfı orta sınıfla birlikte kapitalizmin acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalır. ABD’de yaşanmış olan şey tam da budur.

Ne var ki bu yüzleşme çok da olgun bir tavırla gerçekleşmez. Gelişen finans sektörü yükselen artı-değer sahibi kapitalistlerin bunun kayda değer bir miktarını işçilere borç vermesini sağlamıştır (Resnick & Wolff, 2010: 181). İnsanlar muhtemelen hayatları boyunca ödeyemeyecekleri borçların altına girmiş, borç verenler de içinde bulundukları sıkı rekabet düzeninin gerektirdiği gibi borç vermeye devam etmiştir. Asıl soru ise bir hanedeki herkesin iki, hatta bazen üç işte (kadınlar için ödemesiz ev içi emek de dahil olmak üzere) çalışmalarına rağmen asla geri ödeyecek kaynağa sahip olamayacaklarının farkında oldukları bu borçların altına neden girdiğidir. Kurumsalcı yaklaşımların sağladığı geçici kamusal refah dönemi yalnızca insanlara düzgün bir yaşam idamesi sunmakla kalmamış, aynı zamanda “Amerikan rüyası” mitiyle alevlendirilen bir tüketim kültürünün (consumerism) meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu kültür, yalnızca insanların keyfi bir şekilde aslında ihtiyaç duymadıkları şeylere harcama yapmasından ibaret değildir. Aynı zamanda insanlara spesifik bir toplumda saygı görmek ve hoş karşılanmak adına yapılması gereken bazı harcamalar ve sahip olunması gereken bazı metalar dayatan sosyal bir fenomendir.

Kitleler satın aldıkları ve sahip oldukları şeylerin kişiliklerini tanımladığına dair büyük bir yanılgı içerisindedir. Kendiliklerini harcayarak gerçekleştirir ve korurlar. Yeterince öz-saygı sahibi olabilmek adına yapmaları gereken şeyin bu olduğunu düşünürler. Artık bu harcamaları yapacak bir maddi duruma sahip olmadıklarında ise harcamaktan öylece vazgeçemezler. Toplumun çarkları bu şekilde dönmemektedir. Gelir düşüşünün acı gerçeği ile büyü bozulmuştur ancak insanların kapitalizme olan inançları olduğu gibi kalır ve “kapitalistlerin kazancı işçilerin kaybıdır” fikri kabul edilemez bir pozisyonda görmezden gelinmeye devam eder (Resnick & Wolff, 2010: 182). İnsanlar borç almanın ne kadar güvenli, uygun ve “Amerikan” bir uygulama olduğuna dair kendilerine verilen sayısız güvenceye yenik düşer. Zaten Amerikan rüyasını gerçekleştirmenin başka yolu da yoktur artık (Resnick & Wolff, 2010: 181). Amerikan kurumları “New Deal”i pasifize etmiştir, çünkü öyle yapmak zorundadırlar. “Hissedarlara karşı sorumlulukları ve kişisel çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ‘New Deal’den kaçınmaya, onu zayıflatmaya ve hatta bitirmeye yönelik sayısız motivasyonları vardır” ve daha da ötesi “her girişimden elde edilen ilk artı-değerin sahipleri olarak” bunu başarmak için gerekli kaynağa da sahiptirler (Resnick & Wolff, 2010: 184).

Sonuç olarak, kapitalizme dışarıdan yöneltilen ve onu “düzeltmeyi” hedefleyen her türlü eleştiri, büyük resmi kaçıracağından ve onun yalnızca içkin eleştirisiyle farkına varılabilecek sistemik krizini göremeyeceğinden dolayı boşadır. Kapitalizmin kapitalist ve işçi arasında bir “sıfır-toplamlı-oyun” olduğu gün gibi ortadadır. İç mekanizmaları incelenip sosyal gerçekliğe yansımaları gözlemlendiğinde bu rahatlıkla görülebilir. Herhangi bir sözde reformcu çaba kapitalizmi düzeltmeyi başaramaz çünkü bütün bir sistemin çekirdeğinde bu gereklilik bulunur. Reformasyon ile mümkün olan tek şey işçi sınıfı ve orta sınıf (ki orta sınıf da yükselen eşitsizlik ile birlikte günden güne küçülmektedir) için geçici bir rahatlama periyodudur. Bu da oldukça anlamsızdır. Zira bebeğin hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu şey emzik değil süt dolu bir biberondur.

HENRI KRASUCKI

Not: Bu makalenin orijinal versiyonu İngilizcedir ve Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde Prof. Dr. Mine Eder tarafından açılan POLS 303 (Siyasal İktisadın Temelleri) dersi için ödev olarak yazılmıştır. Alıntıların çevirileri de tüm makaleyle birlikte yazara aittir.


Kaynakça

  • Krasucki, Henri. Sendikalar ve Sınıf Savaşımı. 2nd ed., 1979.
  • Resnick, Sandra G., and Richard D. Wolff. “The Economic Crisis: A Marxian Interpretation.” Rethinking Marxism 22, no. 2 (April 1, 2010): 170–86. https://doi.org/10.1080/08935691003625182.
  • Wilson, Tamar Diana. “Precarization, Informalization, and Marx.” Review of Radical Political Economics 52, no. 3 (June 19, 2019): 470–86. https://doi.org/10.1177/0486613419843199.
Hasan Özdağ
Hasan Özdağhttps://hasanozdag.myportfolio.com/
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve Felsefe bölümlerinde lisans eğitimini sürdürüyor. Politik Felsefe ve Sinema ile ilgileniyor. En sevdiği yönetmenler arasında Coen Kardeşler ve Lars von Trier, ilgilendiği düşünürler arasında J.J. Rousseau, Karl Marx, Antonio Gramsci ve Hannah Arendt var. Bazen eline kamera da alıyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Önerilen Yazılar