Romanın ilk satırlarından bir cinayet hikâyesi olduğunu öğrenerek, Santiago Nasar’ın öldürüldüğü kanlı pazartesi gününün sabahına gidiyoruz. İşleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı/olamadığı ya da göz yumduğu bir cinayetin öyküsü bu.
Kusursuz bir yaşam gerçekliği olmadığı gibi, bir şeyi salt iyi ya da kötü diye adlandırmak da olanaksızdır. Dünya bir gül bahçesi değil ama öyle bir düşsel mekân olsa bile; düşünsenize, dikensiz bir gül bahçesi bile mümkün değildir zaten.
Kendisine ve insanlığa dair bir umut arayıp sonunda –kendi deyimiyle- insanlığını yitiren birinin son çığlığı… Defalarca kez hayatını sonlandırmak için çaba göstermiş Japon Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken adlı eserinde; çocukluk yıllarından başlayarak yaşamının son anlarına kadar uzanan arayışlarını ve hayal kırıklıklarını bir ötekinin hayatını anlatırmış gibi bu eserinde aktarmıştır.
Düşlerindeki dünyayı Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabına aktaran bir haritacının odakta olduğu, gerçek ve rüya arasındaki çatışmayı devamlı hissettiğimiz, içerisinde tarihi ve felsefi izler barındıran bir roman… Puslu Kıtalar Atlası aracılığıyla; belirsiz bir zamandaki birbirinden eşsiz karakterlerin hayat bulduğu düşlerin mekânına yolculuk yapıyoruz.