Pazar, Temmuz 7, 2024

Uçan Adamlar: İbn Sînâ -Descartes

-

EDİTÖR:
Meliha Çakır

-

Benliğini bilmek var olana mı esastır, kendini yoktan var edebilene mi? Varlık var olduğu için mi varlığını bilir ve tanır, yoksa benlik denilen o şey kişinin kendisini aşmasıyla maddesel olan her şeyden kurtulmasıyla mı ulaşılır? Benlik nedir, benlik bilincine nasıl varılır?  İbn Sînâ bu soruları düşüncelerinden ilham aldığı hocası Arisoteles ve Platon’dan yola çıkarak kendi zamanının düşünürlerinin nefis, varlık, tanrı görüşlerinden çok aykırı bir şekilde çağının çok ilerisi bir düzeyde ele almış ve sorusuna yanıtı kendisinden uzun yıllar sonra yaşayacak olan Descartes’in cogitosuna öncelik edecek uçan adam deneyiyle vermiştir. 

İbn-i Sina okuma yapıyor

Ben’e Ulaşmada İbn Sînâ

İbn Sînâ’ya göre benlik bilincine ulaşmanın ilk adımı varlığın varlığının bilinmesidir. Varlık da var olduğunu ancak yokluğunu düşünerek, maddesel olanları bir kenara bırakarak görebilir, insan içindeki idraka önce bedeninden koparak sonra da ruhunun arzu ve yetilerini kontrol eden nefsinden ayrılarak erişebilir. İbn Sînâ bu noktada işe öncelikle varlığın tanımını yaparak başlar, varlık vardır. Varlık iki türlüdür: olumsal ve zorunlu. Olumsal varlık var olmak için bir başka varlığının var olmasına bağlı olan nedensellik zincirinde yalnızca bir halkadan ibaret olan, olması veya olmaması mümkün olan varlıktır. Zorunlu varlık ise, herhangi bir nedene tabi olmadan nedensiz var olabilendir. İbn Sînâ’nın varlık felsefesinde Tanrı zorunlu, tanrıdan sonraki her varlık ondan kademe kademe düşerek maddeselleşen ve nedenlere tabi olan diğer varlıklardır. Bu bağlamda akıl, ruh ve bedene doğru inen merdivende İbn Sînâ varlık tanımını ve sınıflandırmasını yaptıktan sonra metafizikten fiziğe doğru bir yol çizmiş ve insanın fizikten metafiziğe olan yoluculuğunu benliğin idraki olarak değerlendirmiştir. Ben’e ulaşma yolunda insan öncelikle bedeninden kopmalıdır. Bu bağlamda İbn Sînâ kişide beden ve ruh kavramını iki farklı şeyin birleşimi olarak görür ve düalist bir şekilde ele alır, İbn Sînâ’ya göre insan cismanî bir cevher olan beden ve cismanî olmayan bir cevher olan nefsin birleşmesiyle meydana gelmiştir (Doğan, 2018, s. 164). Bu durumda insanın ruhunun bilincine ulaşması için önce maddesel sınırı geçmeli bedenini aşmalıdır.  O, insan ruhunu bedenle ilişkisi açısından ele almaktadır. İbn-i Sina’nın farklı çalışmalarında nefsin varlığı hakkında zikrettiği görüş ve delillerin hemen hepsi, nefsin bedenden ayrı bir varlık olduğu görüşüne dayanmaktadır. İbn Sînâ, nefsin cismanî bir varlık olmadığı ve bedenden ayrı bir varoluşa sahip olduğuna dair fikirlerini açık bir şekilde şöyle dile getirmektedir:

‘ Eğer bu cisim, sadece bedenin bütününden ibaret olsaydı, ondan bir şey eksilince varlığımızın var olan bir şey olarak bilincinde olamazdık. Fakat bu böyle değildir. El, ayak ve organlarımdan herhangi birinin varlığını bilmesem dahi “ben” yine “ben” olurum. Bilakis bunların bana tabii olduğunu düşünüyorum. Ve kesinlikle biliyorum ki; bu organlar ihtiyaç durumlarında kullandığım aletlerdir. Eğer bu durumlar olmasaydı, o aletlere ihtiyaç duymazdım.’ (İbn Sînâ, “Nefs”, 13, 225; akt. Peker, İbn Sînânın Epistemolojisi)

Buradan hareketle diyebiliriz ki; nefs kendini yetkinleştirecek bir araca ihtiyaç duyduğu için bedenle birliktedir. Bu anlamda insanın özü olarak adlandırılabilecek olan nefs, bedenden farklı ve ayrıdır. (Doğan, 2018, s. 164)

Tam bu noktada onun nefsle akıl arasında bir ayrım yaptığını hatırlamamız gerekmektedir. Öyle ki düşünürümüz, nefsi beden bağlamında tartışmayı tercih ederken; zihni, bilinci ise maddeden, dolayısıyla cisimden, bedenden tamamen ayrı olarak ele almaktadır. Böylelikle o, ruhun düşünme fonksiyonunun bedenden ayrı olarak ortaya konulabileceğini düşünmektedir. Bu çerçevede İbn Sînâ, “uçan insan teoremi” şeklinde adlandırılan özgün bir bakış açısıyla, iç ve dış duyumların aracılığına başvurmaksızın, doğrudan çıplak bilinçle ruhun, nefsin ispatını öne çıkarmıştır.  

İnsan dış âlemi görmese, hava kendisine dokunmasa ve kendi uzuvlarının da farkında olmasaydı, yani onda uzunluk, genişlik ve derinlik olarak kendisine ilişkin bir algı sabit olmasa da (ve la yesbütü leha tûlan vela arzan vela amîkan) o, yine de kendi benliğinin bilincine varacaktı. İbn Sînâ, insan kavramında asıl öne çıkan şeyin de insanın kendi kendisine ‘ben’ derken işaret ettiği bu mana olduğunu belirtmektedir. Bu mana, onun hakiki zatıdır ve işte bu nefstir (İbn Sînâ, 1970, s. 16, 255; 1949, s. 127-129; 2005 b, s. 107-108). 

İnsanın kendi bilincine dair bu bilgiyi sadece uyanık bir bilinç haliyle sınırlandırmayan İbn Sînâ, benliğin öz bilincine uykuda olan kimsenin ve/veya sarhoş olanın bile sahip olacağına dikkat çekmektedir. İbn Sînâ’ya göre uyuyan kişi, uykusunda, sarhoş kimse sarhoş olduğu esnada bile, kendi kendisinin varlığından, varlığının farkındalığından uzaklaşmaz.  

Nihâyetinde insan nefsi bedenden bağımsız bir varlığa sahiptir. (Ovacık, 2016, s.720-721) İbn Sînâ’nın ben idrakine ilişkin ortaya koyduğu argümanlar, Descartes’ın cogitosunu akla getirmektedir. Nitekim İbn Sînâ’nın öz bilincin kendi benliğine dair idraki konusundaki yaklaşımlarının Descartes’a kaynaklık etmiş olabileceğini pek çok araştırmacı gündeme getirmektedir. Bu çerçevede İbn Sînâ’nın uçan insan metaforuyla Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” (cogito ergo sum) (Descartes, 1998, s. 154) çıkarımı bağdaşmaktadır.

cogito ergo sum ilhamli resim

Cogito Ergo Sum

“Var olmasaydık şüphe edemezdik, bu ise edinebildiğimiz ilk doğru bilgidir.’’ (Descartes, 1947 s. 9)

Varlığının bilincine bildiği her şeye şüpheyle yaklaşan Descartes, bildiği her şeyi yanlışlayarak işe başlamıştır. Bedenini bilincine var olduğu andan itibaren vakıf olduğu bilgisini de redderek bedeni ve ruhunun bütünlüğünü de sorgulamıştır.

“Böylece, her şeyden şüphe etmek isteyen bir kimsenin, şüphe ederken kendinin var olduğundan da şüphe edemeyeceğini ve bu şekilde düşünenin, yani kendinden şüphe edemediği halde geri kalan diğer bütün şeylerden şüphe edenin, beden dediğimiz şey değil de, ruh veya düşünce dediğimiz şey olduğunu göz önüne alarak, bu düşüncenin varlığını ilk ilke olarak kabul ettim…”(Descartes, 1997, s. 12-13).

 Descartes, ruhun temel niteliğinin düşünmek olduğunu belirtir. Ruhla düşünmeyi birbirinden ayırmayan Descartes, bedenin ve ruhun ise ayrı, hatta birbirlerine zıt cevherler olduğunu belirtmektedir. Ruh bedene göre daha saf bir cevherdir. Ruhta bedendeki gibi bir arazlar topluluğu yoktur. 

Her ne kadar bütün ruh tamamıyla bedenle birleşmiş gibi görünse de, bununla beraber bir ayak, bir kol veya vücudumun başka bir parçası bedenimden ayrıldığı zaman, bu yüzden, ruhumdan hiçbir şeyin ayrılmadığı muhakkaktır. Ve istemek, duymak, anlamak ve ilh…. melekelerinin de gerçekten ruhun bölümleri olduğu söylenemez; zira aynı ruh, istemekte, duymakta, anlamakta, ve ilh… de, bütün varlığı ile kendisini tam olarak kullanır. Halbuki cisimli veya uzamlı olan şeylerde bunun tam aksi olur; zira bunlar arasından düşüncemle kolayca parçalara ayırmadığım ve dolaysıyla bölünür olduğunu bilmediğim tek bir tanesi yoktur.” (Descartes, s.256-257). 

İnsan ruhunu düşünceyle özdeşleştiren, bu anlamda insanın ayırt edici özelliği olarak düşünceye vurgu yapan Descartes, hayvanları farklı bir konuma yerleştirmektedir. 

Bu çerçevede insan ruhu ile hayvan ruhunun birbirlerinden tamamen farklı olduğunu ve insan ruhunun ölümsüz olduğunu belirten (Descartes, s. 55) Descartes, hayvan ruhlarını otomatlar, hareketli makinalar olarak nitelemektedir. Esasında Descartes, insan ve hayvan organizmalarını, otomatlar olarak mekanik bir işleyişle açıklarken, insanın hayvandan ayrıldığı temel niteliğin düşünce olduğunu vurgulamak amacındadır (Kutluer, 2008, s. 195). Böylelikle organizmanın canlılığı ile rasyonel ruhu ayırmakta olan Descartes’in bu yaklaşımı, İbn Sînâ’nın yukarıda yer verilen nefs ve akıl arasındaki ayrımını hatırlatmaktadır. (Ovacık, 2016)

Benlik Paralelliği: Descartes – İbn Sînâ

Benliğe ulaşma yolunda aralarında yüzyıllar olan bu iki filozof temelinde aynı noktalara varmış olsalar da varış şekilleri ve fikirlerinin dayanakları noktasında birbirlerinden ayrılmışlardır. İkisi de özünde, “‘ben’in/nefsin/ruhun algılanışı vasıtasız, doğrudandır ve haberdar olan, düşünen, bilen, beden değil ruhtur” fikrini kabul etmiş, bu sonuçta mutakıp olmuşlardır, iki filozof da ruhu, bedenden ayn bir cevher olarak değerlendirmiştir. 

Her iki filozofun “ben“e ulaşma yönteminde varlık-düşünce ilişkisi göze çarpar. Ancak filozofların yöntemleri yakından incelendiğinde bu ilişkinin birebir aynı olmadığı görülmektedir. Descartes önce kendi varlığını tamamen yok saymış, bunun bir yanılgı olabileceğinden hareket etmiş, şüphe yöntemiyle adım adım ilerleyerek, onu yanılmaya itebilecek seçenekleri elemiştir. Sonuçta bu işi yapan fail olarak kendisinin var olmak zorunda olacağına inanmıştır. Bu faili “düşünme” eylemiyle tanımlamış ve “düşünüyorum, öyleyse varım” demiştir.

Descartes’ın düşündüğü anda varlığını bildiğini söyleyerek bu sonuca bir anda ulaştığını ifade etmesi düşünce ve varlığın özdeşliğine işaret eder; o kendi varlığını düşünmeye bağlar. Dolayısıyla Descartes’ta düşünme zorunlu olarak benin varlığına götürür, düşününce varlığını anlamıştır. İbn Sînâ ise “boşlukta uçan adam” metaforu ile bizi cisimsel alemden ve bedenden bağımsız bir hali farz etmeye davet eder (Yıldırımer, 2013, s. 106).

Sonuç

Edinilen bilgiler ve üzerine fikir yürütülen tüm düşüncelerin ışığında görmekteyiz ki, Descartes’tan yüzyıllar önce düşünce tarihi sahnesinde varlık göstermiş olan İbn Sînâ, benliğin idrakına giden yolda ondan yıllar sonra yaşayacak olan Descartes ile aynı düzlemde ilerlemiştir. Buradan İbn Sînâ’nın Descartes’i etkilediği fikri çıkartmaktan ziyade iki düşünürüsn de biribirnden çok farklı şartlarda ve zamanlarda kendi varlıklarının sorgularken ilerledikleri yolun başlangıç noktasının ve varış noktasının benzerliğine dikkat çekmektir. Zira her ikisi de benliğe ulaşmada öncelikli adımın ikili yapıda olan insanın bedenininden ayrı varlığının önemine yoğunlaşmış, insanın bedeni olmadan da bilebileceğini, maddeselleşmeden de bilince ulaşabileceği fikrinin temellendirmiş ve en nihayetinde her ikisi de insanın bedeninden bağımsız bir şekilde bilen bilebilen bir benliği olduğu fikrine ulaşmıştır.


Kaynakça

Meltem Sıla Özkan
Meltem Sıla Özkan
2003 İstanbul doğumlu. İstanbul Sosyal Bilimler lisesi mezunu, Ankara Sosyal Bilimler üniversitesi Hukuk fakültesi öğrencisi. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih ve edebiyat ilgi alanları. Felsefede ahlak, din ve siyaset felsefesi, Nietzsche, Spinoza, Thomas Hobbes ilgi alanları

2 YORUMLAR

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz