Salı, Aralık 3, 2024

Kent Hakkı

-

EDİTÖR:
Nur Seda Korkmaz

-

Toplumsal mücadelelerin görünür hale geldiği ve yeniden üretildiği bir sahne konumunda olan kentler, kentsel açık alanlar ve meydanlar tüm hak arama mücadelelerinin ve hak tanımlamalarının ayrılmaz bir unsuru haline gelmektedir. Kentte insan hakları ve kent hakkı son zamanlarda dünya çapında tartışılan ve bazı sözleşmelerle yasal zemine oturtulan kavramlardır. Kent hakkı ideallerinin hem siyasi hem de etik olarak öne çıktığı bir çağda yaşıyoruz. Kent hakkı, kentsel kaynaklara erişmek için bireysel bir haktan fazlası, kenti değiştirerek kendimizi de değiştirme hakkıdır. Bireysel bir haktan ziyade ortak bir haktır. Çünkü, bu dönüşüm kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek için kolektif gücün kullanılmasına bağlıdır. Kent, kendi değişim ve gelişim yasalarını üreten bağımsız bir olgu değil; toplumsal yaşamla birlikte olan toplumsal ve tarihsel bir üründür. Bu çerçevede, kentsel süreçlerde geniş ölçekli toplumsal ilişkiler kümesinin ürünü olup, bu iki alan her zaman birbirini etkiler. Kentleri ve kendimizi değiştirme özgürlüğü, insan haklarının en değerli ve ihmal edilenlerinden biridir. Harvey kent hakkını, erişim hakkından da öte, mekanı değiştirme hakkı olarak tanımlar. Günümüzün gündem konularından biri olan kentsel dönüşüm süreçlerinde de söz hakkımız vardır. Lefebvre (2014)’ye göre sosyal ilişkileri değiştirmek, mekanı değiştirmek anlamına gelmektedir.

Kent hakkı kentin kaderini içinde yaşayan insanlara bırakır, kentte sosyal adaleti sağlar ve eşitliği yerine getirmeyi amaçlar. Kent hakkı bunlarla birlikte, insanların farklılıklarıyla birlikte kentte ikamet etme hakkı verir. Kent ve kentli hakları, uygulandığı şekliyle çok dar bir alana hapsolmuş, kenti kendi ihtiyaç ve isteklerine göre şekillendirme gücüne sahip bir sınıfın elindedir (Harvey, 2013). Günümüz gayrimenkul zenginlerinin, müteahhitlerin, spekülatörlerin talepleri daha fazla piyasa serbestisi olabilirken evsizler, sığınmacılar, mülteciler kolektif tüketim unsurlarına erişebilmeyi talep eder. Tam bu noktada kentsel haklar ve kent hakkı arasındaki ayrım göze çarpar. İnsanın insan olmasından kaynaklanan temiz su, eğitim, sağlık, ulaşım gibi birtakım kolektif tüketim unsurlarına erişim hakkının aciliyeti herkesin erişmesi gereken kentsel haklar talebine dahildir. Bu nedenle kentsel haklar modern hukukun ve dolayısıyla insan haklarının bir kategorisi olması bakımından herkes içindir. Kentsel haklar hukuki bir hak olarak tanımlanırken, kent hakkı “hukuki bir hak olmaktan ziyade, zenginin ve güçlünün hak iddialarına karşı muhalif bir hak talebidir” (Mayer, 2009: 367; Mayer, 2014: 113). Aslında temel iddia, kent hakkı kavramını ve buna yönelik uygulamaları yenileyerek sosyal adalet ve kolektif bağlamda düşünmektir. Örneğin; yerel yönetime bakıldığında, kimlerin karar sürecinde yer aldığı ve kimlerin sadece görüş bildirdiği dikkat çeker. Kısaca özetleyecek olursak kent hakkı, kentlilerin kentte üretilen mal ve hizmetlere eşit şekilde erişerek yararlanabilmesi ve kenti kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürerek yeniden düzenleyebilmesi hakkını ifade eder. Bireyin yaşadığı dünyayı deneyimlemesinin yanı sıra, onu seçme, istediği gibi şekillendirme ve yeniden icat etme hakkıdır (Harvey 2013:44).

Kent Hakkı ve Kapitalizm

Kapitalizm

Kentler, artı ürünün coğrafi ve toplumsal yoğunlaşmaları yoluyla ortaya çıkmıştır. Harvey (2013)’in artık ürünün üretim ve kullanım sürecinde herkesin “demokratik” ortamda denetim ve yönetime katılma hakkı olduğunu belirtmesi önemlidir. Bu nedenle, kentleşme sınıfsal bir fenomendir. Ancak kentleşme, artı ürünün harekete geçirilmesine bağlı olduğu için, kapitalizmin gelişmesi ile yakından ilişkilidir. Kent mekanı ile toplumsal ilişkiler arasındaki döngüsel ilişki, kapitalizmle daha karmaşık bir hal almıştır. Bunun başlıca nedeni olarak baştan beri, kentsel gelişim ve değişimin, mevcut üretim kapasitesini geliştirmeye uyumlu bir toplumsal ilişkiler düzeninin kurulmasına yönelik tarihsel koşullara bağlı olması denebilir (Kaygalak 2008:5). Egemen üretim tarzı ve kentsel mekanların oluşum, gelişim ve değişim süreçleri arasında bir ilişki vardır. Günümüzde ekonomik kalkınma/gelişme süreçleri ve stratejileri ile kültür stratejileri/politikaları giderek birbirine eklemlenmektedir. Yeni kent politikaları da bu eklemlenmenin derinleşmesine yardımcı olur. Girişimci kent yönetimi olarak isimlendirilen bu yeni kent politikaları, kenti yeni sermaye fraksiyonlarına, üst gelir gruplarına ve seçkin turistlere pazarlanması gereken bir meta gibi düşündürtmektedir. Bu düşüncenin cisimleştiği alanlardan biri de kentsel mekanlardır. Girişimci kent yönetimlerinin sermaye, yüksek vasıflı emek ve yüksek gelirli turist çekmek amacına yönelik mekânsal tasarrufların ön plana çıkan birkaç temel stratejiden bahsedebiliriz. Bu stratejilerin her biri aynı zamanda yeni bir küresel kent imajı ve kimliği oluşturmaya yöneliktir. Ekonomik ve mekânsal süreçlerdeki temel dinamiklere baktığımızda kültürü metalaştıran, ekonomik ve kültürel ötekini dışlayan, onu görünmez kılmaya çalışan bir kent kültürünün ve yaşam tarzının giderek daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığını görmekteyiz. Kent her zaman toplumsal, ekonomik ve kültürel farklılıkların mekanı olmuştur. Kentlere özgü olan ve kentsel deneyimi özgün kılan da bu toplumsal ve kültürel farklılıklardır. Kentsel deneyim, sınıfsal ya da kültürel olsun farklı yaşam tarzlarına her an tanık olmayı ve bu farklılıklardan öğrenmeyi içerir. Modern yaşamın ve kozmopolit kimliğin olmazsa olmaz koşulu hoşgörü ve empatidir. Oysa yeni kent politikaları, farklı gelir grupları arasındaki mekânsal ayrışmayı temel alan bir kent kültürü ve yaşamı hayal etmekte ve bunu güçlendirecek söylemler ve mekânsal düzenlemelere destek vermektedir. Estetik ve ticari kaygıların ağırlıkta olduğu bu düzenlemeler, kentin kamusal alanlarının ve kolektif kültürel aktivitelerin giderek özelleştirilmesine, ticarileşmesine ve kamusal etkileşimin hijyenleşmesine neden olmakta, kentteki günlük deneyimi kısırlaştırmaktadır. Kentsel mekanın kullanıcıları, ağırlıklı olarak piyasa gerekliliklerine göre dönüştürebildikleri ölçüde kentte müdahale hakkına sahiptirler. Bu müdahale boyunduruklar, ayrımcılıklar, eşitsizlikler ve benzeri kentsel çelişkileri belirginleştirmektedir.

Artı ürün üretimi ve özümsemesi için karlı alanlar bulma konusundaki sürekli ihtiyaç, kapitalizmin politikasını oluşturur. Rekabetin zorlayıcı yasaları, yeni teknolojilerin ve örgütsel biçimlerin sürekli uygulanmasını da zorlar. Çünkü, bunlar kapitalistlerin daha aşağı yöntemler kullananlarla rekabet etmelerini sağlar. Kent mekanının üretim ilişkilerinin yeniden üretildiği yer olması, onun aynı zamanda bir çatışma mekanı olması sonucunu doğurur (Lefebvre, 1979: 85). Kapitalizmin mekanı soyut mekan haline getirişinin etkileri üretim alanı ile sınırlı değildir. Dolaşım ve yeniden üretim süreçleri üzerinde de etkilidir. Kapitalizmin mekanda genişlemesi, devamlılığın bağlı olduğu toplumsal ilişkilerin üretilmesini zayıflattığı için, aynı zamanda, çözülemez bir krizdir. Artan ekonomik eşitsizliğin getirdiği toplumsal ve kültürel kutuplaşma zenginlerin mekanda kendilerini tecrit etmelerine neden olmaktadır. Özellikle korumalı sitelerin moda haline geldiği konut alanında, bu dışlayıcı kültür daha çok göze çarpmaktadır. Zenginlerin bu gönüllü tecridinin karşı kutbunu, alt sınıfların sıkıştığı getto tarzı mahalleler oluşturmaktadır. Kültür, kentleri anlamada her zaman önemli bir kavram olmuştur. Bunun nedeni, kentlerin ekonomik üretiminin yanı sıra kültürün de ayrıcalıklı üretim alanları ve farklı kültürlerin buluşma mekanları olmasıdır. Malların ve hizmetlerin dolaşımının hızlandığı bu dönemde bilginin, hizmetlerin ve sembolik metaların üretim ve kontrolünün önemi giderek artmaktadır. Kentler ise küresel ekonomide kendilerine yer edinebilmek için ekonomik ve sembolik bir yarışa sokulmaktadır.

Kent Hakkının Tarihçesi

1960’larla birlikte kent, kentsel haklar ve kentli hakları gibi konular temel tartışma konuları arasında yer almıştır. Kente dair yapılan kavramsallaştırmalar, yeni bir paradigmanın izlerini taşır. Bu paradigmanın öne çıkardıkları, kentin bir üretim aracı olduğu, kentin üretildiği ve kentle ilgili sözlerin katılımcı perspektifinden kurgulanmasıdır. Sermaye, değişimi ve karı artırmak için sınırları ortadan kaldırarak her alanı kendi pazarı haline getirir. Kent de aynı şekilde, hem kapitalizmin üretim aracı haline gelerek hem de sınırları zorlayarak kentler arası rekabeti öngören paradigmayı benimser. Bu paradigmayı anlatmaya Lefebvre’den başlamak gerekir. Lefebvre 1939 tarihli “diyalektik materyalizm” adlı kitabında Marksist ekonomi politiğin, üretimin materyal bölümünü vurgular. Kapitalizmin üretim faaliyetlerinin bir mekanda sonuçlandığını ve materyalitenin bundan ibaret olduğunu belirtir (Zeybekoğlu Sadri, 2013, s.2). Lefebvre’nin çalışmalarında kent, Marksist bakış açısının izlerini taşır. Ona göre kapitalizm, var olabilmek için sürekli değişmek zorundadır ve bunu da mekanı sürekli yeniden kurgulayarak başarır. Kapitalizmi anlamak için mekanı nasıl kullandığına ve ürettiğine bakmak gerekir. Kapitalizmin gelişimi içinde kent mekanının metalaştığı ve sermaye birikim süreçleri açısından yaşamsal önem kazandığını ileri sürer. Burada Lefebvre’nin öne çıkardığı kavram “sermayenin döngüsüdür”. Sermayenin ilk döngüsü sanayi yatırımıdır. Kentler sanayi yatırımı ile şekillenir. Ancak Lefebvre, ikinci döngü üzerinde durur. Sermaye sanayiyi değil de artık kenti meta olarak düşünüp doğrudan kente yatırım yaptığında ve etkinliğini gayrimenkul üzerinde gerçekleştirdiğinde ikinci döngü oluşur (Kurtuluş, 2013). Kent bir yatırım aracı haline gelir ve kapitalizm krizini bu şekilde aşmaya çalışır. Lefebvre, kentlerin aşırı büyümesini bu şekilde açıklar.

Lefebvre (2016: 131), insan haklarının çeşitlenme sürecinde (sözde) doğa hakkı örneğinden kent hakkına ulaşır: Doğa boş vakit sayesinde “mübadele değerinin ve metanın içine girmiş, alınıp satılmaya başlamıştır”. Doğanın metalaştırılmasıyla kent kırı talan etmekte, kırda mülksüzleştirmelere sebebiyet vermekte ve bu doğa hakkı olarak sunulmaktadır (Lefebvre, 2016: 131-132). Lefebvre’nin 1967 yılında, 60’lar Fransa’sından hareketle yazdığı makalesinde kent hakkını “bir çığlık, bir talep” olarak tanımlamıştır. Burada bahsedilen çığlık hayatın zaruri gereksinimleri için, talep ise maddi olanın ötesinde daha tatmin edici bir hayatın gerekliliklerini sağlayacak kapsamlı bir hak içindir. Bu dönemde kırdan kente doğru yaşanan kitlesel göçlerin kentsel mekanda başlattığı büyük dönüşümler, işlevselci şehir planlamasının kenti “yeni toplu konutlar” ve “yeni şehirler” ekseninde yeniden yapılandırmasına yol açmıştır. Bu yeniden yapılandırma süreci, gündelik hayatta köklü bir değişiklik yaratmıştır. Lefebvre bu durumu “kentsel kriz” olarak adlandırmıştır.

David Harvey tarafından da bu sefer 1990’ların Avrupası’ndan yola çıkılarak yeniden yorumlanmıştır. Gerek Henri Lefebvre gerekse David Harvey kavramı tartışmaya, kentleşmenin Marksist analizini yaparak ve kapitalist kentleşme sürecinin temel dinamiklerini inceleyerek başlar. Hem Lefebvre hem de Harvey’in görüşlerinde en önemli noktalardan biri, her iki yazarında kapitalizmin kendi devamını sürdürmesinde kentleşmenin önemini ele almalarıdır. Kapitalizm bizzat kentleşme süreci ile kendini yeniden üretmekte ve ayakta kalabilmektedir. Kısaca kapitalizmin kent mekanını üreterek varlığını sürdürdüğü her iki yazar tarafından da belirtilmektedir. Dolayısıyla kent hakkı kavramı ile ilgili görüşlerini belirtirken de kentleşme süreci ve kapitalizm arasındaki bu ilişkiden yola çıkarak geliştirirler. her iki yazar içinde kent hakkı devrimci bir nitelik taşır. Çünkü kentte hakim olan süreçlerin ve toplumsal ilişkilerin kökten bir değişimini de içermektedir.

21. yüzyılın başından beri kent hakkı kavramı küresel toplumsal hareketlerin teorik çerçevesini oluşturmak pahasına güncellenerek tekrardan kullanıma girmiştir. İnsan haklarının kent mekanına doğru genişlemesiyle kentsel haklar tartışmalarının artması, kent hakkının tekrardan değer görme sebeplerinden biri olduğu söylenebilir. Kentsel haklar, burjuva toplumunun kuşatması altındaki kapitalist modernliğin ve insan haklarının bir kategorisi olarak kent mekanında normatif hukukun konusu olmayı sürdürmektedir. Kentsel haklara yönelik talepler büyük oranda kapitalist toplumsal formasyonun yeniden üretimine katkı sağlamaktadır. Kent hakkı tartışmasının günümüze kalan mirası ise tam da bu yeniden üretime dairdir.


Kaynakça

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz