Sinemanın varlık nedenini sorgulayan iki temel perspektif vardır. İlk olarak, sinemanın dünyayı müdahalesiz olarak yansıtması gerektiğini savunan bir bakış açısı vardır. Diğer bir perspektif ise sinemanın sanatçının yaratıcılığı ve hayal gücüyle sınırlı bir estetik form olduğunu savunur.
Propaganda, toplumları yönlendirmek, ikna etmek ve manipüle etmek için kullanılan bir dizi eylemdir. Kitle iletişim araçları, propaganda için önemli bir araçtır. Sinema da propagandanın etkili bir şekilde kullanıldığı bir platformdur. Özellikle Sovyet Sineması, halkın düşünce yapısını etkileme ve ideolojik mesajların yayılmasında kuvvetli bir araç olarak kullanılmıştır. Propagandanın sinemadaki kullanımı, geniş kitlelere hitap edebilme ve güçlü duygusal etkiler yaratma yeteneği sayesinde etkili olmuştur.
Coen Kardeşler’in ilk filmini başarılı kılan ve onlara sonrasında bol filmli, parlak ve özgür bir kariyer sunan şeylerden biri, şüphesiz kendilerini ve birbirlerini iyi tanıyıp “nasıl bir sinema?” sorusuna verecekleri cevabı daha ilk çalışmalarından hazırlamış olmalarıydı. “Neo-noir” film (modern kara film) kalıbında biçimlenen Blood Simple (Ethan & Joel Coen, 1984) filminin kardeşlerin filmografisindeki yerini tartışmadan önce “film-noir” (kara film) kavramına bir göz atmak yerinde olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizmin etkileriyle yüzleşen Türkiye, altmışlı yıllarla beraber benzer anti-emperyalist bir duruşla sinema alanında eserler ortaya koymaya başlamıştır. İlk başlarda daha ılımlı bir yaklaşımla toplumun sosyal sorunlarını ele alan ve duyarlılığı amaçlayan filmler üretilirken, 1970’lerde daha radikal bir tavır baş göstermiştir. Bu radikal tavrın öncülerinden en önemlisi ise Yılmaz Güney'dir.
Öteki yolu kullan, onların yapmayacağını yap, daha akıllı ol, kestirmeden git ve kazan. Onlar otuz beşinci kattaysa ne olmuş? Sen ellinci kattan onlara bakacak ve güleceksin. Ne kadar yükselirsen senden o kadar nefret edecekler. Çok iyi. Acı çektir onlara. Onlar için bir önemin yok mu? Onları boş ver gitsin. Kazanan her şeyi alır.
Çünkü aç ve vahşi bir kaplanın üstünden kanlar damlayan bir parça ete ne kadar ihtiyacı varsa, kapitalizmin de işgücünün pazarda meta haline gelmesine o kadar ihtiyacı vardır. Gayri-resmi işgücü bunun bir örneğidir. Böylece emek pazarında rekabet artar, gerçek maaşların seviyesi azalır ve işçi sınıfı orta sınıfla birlikte kapitalizmin acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalır. ABD’de yaşanmış olan şey tam da budur.
Almodóvar’ın yaptığı şey, ataerkil bir aracı alıp toplumun farklı kesimlerinden tamamen farklı kadınların dayanışmasını temsil edebileceği bir enstrümana dönüştürmektir. O, erkek karakterlere kapıyı gösterir ve sahneyi kadınlara bırakır.
Doğru soru ise şudur: “Yarın öbür gün burada bir deprem olursa ve hazmedemeyeceğimiz sonuçlar doğurursa halk, cumhurbaşkanına değil de kime ah edecek?”
İslam filozoflarının düşünceleri tercüme yoluyla 12 ve 13. yüzyıllarda Batı’ya aktarılmıştır. İslam dünyasında olduğu gibi felsefi düşüncenin vahye uygunluğu Batı’da da tartışılmış ve bu yönde dönemin ünlü teologları tarafından reddiyeler yazılmıştır. Hristiyan vahyini korumak amacıyla ortaya çıkan reddiye türü bu eserler Ortaçağ Batı Düşüncesine canlılık katmıştır. İslam filozoflarına yönelik ilk reddiye Thomas Aquinas’a (1225-1274) ait Summa Contra Gentiles adlı eserdir. İslam filozoflarına yönelik özellikle Meşşâî filozoflara karşı bir diğer eser ise Errores Philophorum’dur. Bu eser Thomas Aquinas’ın öğrencisi Romalı Giles’e (1247-1316) aittir. Bir Ortaçağ Batı Düşüncesi ürünü olan Errores Philosophorum felsefe ve din çatışmasını gözler önüne seren bir çalışmadır. Hristiyan inancını Aristoteles’e karşı müdafaa eden bu eser felsefenin din karşısındaki konumunu da ortaya sermektedir.
Phaidon diyalogu, Sokrates'in hayatının son anlarını konu edinerek, özellikle ölüm ötesi deneyimler ve düalizm gibi metafizik temalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu diyalog, klasik tragedya ögeleri taşıyarak, Sokrates'in son anlarında Kebes ve Simmias gibi diyalog katılımcılarıyla gerçekleştirdiği derinlemesine argümanlar aracılığıyla ruhun ölümsüzlüğü konusunda kapsamlı bir tartışmayı içermektedir.
Kendisine ve insanlığa dair bir umut arayıp sonunda –kendi deyimiyle- insanlığını yitiren birinin son çığlığı… Defalarca kez hayatını sonlandırmak için çaba göstermiş Japon Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken adlı eserinde; çocukluk yıllarından başlayarak yaşamının son anlarına kadar uzanan arayışlarını ve hayal kırıklıklarını bir ötekinin hayatını anlatırmış gibi bu eserinde aktarmıştır.
Düşlerindeki dünyayı Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabına aktaran bir haritacının odakta olduğu, gerçek ve rüya arasındaki çatışmayı devamlı hissettiğimiz, içerisinde tarihi ve felsefi izler barındıran bir roman… Puslu Kıtalar Atlası aracılığıyla; belirsiz bir zamandaki birbirinden eşsiz karakterlerin hayat bulduğu düşlerin mekânına yolculuk yapıyoruz.
Eski Türklerin üç basamaklı din anlayışlarından biri olarak ele alabileceğimiz Tabiat kuvvetlerine inanma veya Şamanlık olgusu, Türkler tarafından sadece bir din olarak kalmamış aynı zamanda kültürlerine ve felsefelerine oldukça fazla katkıda bulunmuştur. Bu çalışmada Şamanlık olgusu bağlamında eski Türklerin tabiat ile olan ilişkisini yer-sub olarak literatüre girmiş doğa ruhları üzerinden tek tek ele almaktayız. Yer-sub ruhlarına ek olarak doğal yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan Hayvan Kültü ve Ateş kültü de dahil edilmiştir
Pamuk Apartmanı, 1930'ların modern ve sade mimarisini yansıtır. Düz çizgiler ve geometrik detaylar öne çıkan Art Deco üslubunun izlerini taşır. Binanın cephesi ve pencereleri zamanla yıpranmış ve bakımsız hale gelmiştir. 2018'de koruma altına alınan bina, kültür varlığı olarak kabul edilmiş ve restore edilecektir.
Sinemanın varlık nedenini sorgulayan iki temel perspektif vardır. İlk olarak, sinemanın dünyayı müdahalesiz olarak yansıtması gerektiğini savunan bir bakış açısı vardır. Diğer bir perspektif ise sinemanın sanatçının yaratıcılığı ve hayal gücüyle sınırlı bir estetik form olduğunu savunur.
Propaganda, toplumları yönlendirmek, ikna etmek ve manipüle etmek için kullanılan bir dizi eylemdir. Kitle iletişim araçları, propaganda için önemli bir araçtır. Sinema da propagandanın etkili bir şekilde kullanıldığı bir platformdur. Özellikle Sovyet Sineması, halkın düşünce yapısını etkileme ve ideolojik mesajların yayılmasında kuvvetli bir araç olarak kullanılmıştır. Propagandanın sinemadaki kullanımı, geniş kitlelere hitap edebilme ve güçlü duygusal etkiler yaratma yeteneği sayesinde etkili olmuştur.
Coen Kardeşler’in ilk filmini başarılı kılan ve onlara sonrasında bol filmli, parlak ve özgür bir kariyer sunan şeylerden biri, şüphesiz kendilerini ve birbirlerini iyi tanıyıp “nasıl bir sinema?” sorusuna verecekleri cevabı daha ilk çalışmalarından hazırlamış olmalarıydı. “Neo-noir” film (modern kara film) kalıbında biçimlenen Blood Simple (Ethan & Joel Coen, 1984) filminin kardeşlerin filmografisindeki yerini tartışmadan önce “film-noir” (kara film) kavramına bir göz atmak yerinde olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizmin etkileriyle yüzleşen Türkiye, altmışlı yıllarla beraber benzer anti-emperyalist bir duruşla sinema alanında eserler ortaya koymaya başlamıştır. İlk başlarda daha ılımlı bir yaklaşımla toplumun sosyal sorunlarını ele alan ve duyarlılığı amaçlayan filmler üretilirken, 1970’lerde daha radikal bir tavır baş göstermiştir. Bu radikal tavrın öncülerinden en önemlisi ise Yılmaz Güney'dir.
Öteki yolu kullan, onların yapmayacağını yap, daha akıllı ol, kestirmeden git ve kazan. Onlar otuz beşinci kattaysa ne olmuş? Sen ellinci kattan onlara bakacak ve güleceksin. Ne kadar yükselirsen senden o kadar nefret edecekler. Çok iyi. Acı çektir onlara. Onlar için bir önemin yok mu? Onları boş ver gitsin. Kazanan her şeyi alır.
Çünkü aç ve vahşi bir kaplanın üstünden kanlar damlayan bir parça ete ne kadar ihtiyacı varsa, kapitalizmin de işgücünün pazarda meta haline gelmesine o kadar ihtiyacı vardır. Gayri-resmi işgücü bunun bir örneğidir. Böylece emek pazarında rekabet artar, gerçek maaşların seviyesi azalır ve işçi sınıfı orta sınıfla birlikte kapitalizmin acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalır. ABD’de yaşanmış olan şey tam da budur.
Almodóvar’ın yaptığı şey, ataerkil bir aracı alıp toplumun farklı kesimlerinden tamamen farklı kadınların dayanışmasını temsil edebileceği bir enstrümana dönüştürmektir. O, erkek karakterlere kapıyı gösterir ve sahneyi kadınlara bırakır.
Doğru soru ise şudur: “Yarın öbür gün burada bir deprem olursa ve hazmedemeyeceğimiz sonuçlar doğurursa halk, cumhurbaşkanına değil de kime ah edecek?”
İslam filozoflarının düşünceleri tercüme yoluyla 12 ve 13. yüzyıllarda Batı’ya aktarılmıştır. İslam dünyasında olduğu gibi felsefi düşüncenin vahye uygunluğu Batı’da da tartışılmış ve bu yönde dönemin ünlü teologları tarafından reddiyeler yazılmıştır. Hristiyan vahyini korumak amacıyla ortaya çıkan reddiye türü bu eserler Ortaçağ Batı Düşüncesine canlılık katmıştır. İslam filozoflarına yönelik ilk reddiye Thomas Aquinas’a (1225-1274) ait Summa Contra Gentiles adlı eserdir. İslam filozoflarına yönelik özellikle Meşşâî filozoflara karşı bir diğer eser ise Errores Philophorum’dur. Bu eser Thomas Aquinas’ın öğrencisi Romalı Giles’e (1247-1316) aittir. Bir Ortaçağ Batı Düşüncesi ürünü olan Errores Philosophorum felsefe ve din çatışmasını gözler önüne seren bir çalışmadır. Hristiyan inancını Aristoteles’e karşı müdafaa eden bu eser felsefenin din karşısındaki konumunu da ortaya sermektedir.
Phaidon diyalogu, Sokrates'in hayatının son anlarını konu edinerek, özellikle ölüm ötesi deneyimler ve düalizm gibi metafizik temalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu diyalog, klasik tragedya ögeleri taşıyarak, Sokrates'in son anlarında Kebes ve Simmias gibi diyalog katılımcılarıyla gerçekleştirdiği derinlemesine argümanlar aracılığıyla ruhun ölümsüzlüğü konusunda kapsamlı bir tartışmayı içermektedir.
Kendisine ve insanlığa dair bir umut arayıp sonunda –kendi deyimiyle- insanlığını yitiren birinin son çığlığı… Defalarca kez hayatını sonlandırmak için çaba göstermiş Japon Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken adlı eserinde; çocukluk yıllarından başlayarak yaşamının son anlarına kadar uzanan arayışlarını ve hayal kırıklıklarını bir ötekinin hayatını anlatırmış gibi bu eserinde aktarmıştır.
Düşlerindeki dünyayı Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabına aktaran bir haritacının odakta olduğu, gerçek ve rüya arasındaki çatışmayı devamlı hissettiğimiz, içerisinde tarihi ve felsefi izler barındıran bir roman… Puslu Kıtalar Atlası aracılığıyla; belirsiz bir zamandaki birbirinden eşsiz karakterlerin hayat bulduğu düşlerin mekânına yolculuk yapıyoruz.
Eski Türklerin üç basamaklı din anlayışlarından biri olarak ele alabileceğimiz Tabiat kuvvetlerine inanma veya Şamanlık olgusu, Türkler tarafından sadece bir din olarak kalmamış aynı zamanda kültürlerine ve felsefelerine oldukça fazla katkıda bulunmuştur. Bu çalışmada Şamanlık olgusu bağlamında eski Türklerin tabiat ile olan ilişkisini yer-sub olarak literatüre girmiş doğa ruhları üzerinden tek tek ele almaktayız. Yer-sub ruhlarına ek olarak doğal yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan Hayvan Kültü ve Ateş kültü de dahil edilmiştir
Pamuk Apartmanı, 1930'ların modern ve sade mimarisini yansıtır. Düz çizgiler ve geometrik detaylar öne çıkan Art Deco üslubunun izlerini taşır. Binanın cephesi ve pencereleri zamanla yıpranmış ve bakımsız hale gelmiştir. 2018'de koruma altına alınan bina, kültür varlığı olarak kabul edilmiş ve restore edilecektir.
2000 Yılında Antalya da doğdu. 2022 Yılında Necmettin Erbakan Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Teoloji, Antropoloji, Arkeoloji, Felsefe ve Tarih ile ilgilenmekte...