Perşembe, Kasım 21, 2024

Varoluşun Fenomenolojik İndirgenemezliği: Bulantı Olarak Epokhe

-

EDİTÖR:
Meliha Çakır

-

Giriş

Fenomenoloji, Edmund Husserl’in felsefeyi kesin bir bilim olarak kurma amacıyla epistemoloji alanında kullandığı bir yöntemdir. Husserl’in tanımıyla bir “öz çözümlemesi” olan fenomenoloji, “saf görme” yoluyla yani fenomenolojik redüksiyona başvurmak suretiyle kesin ve genel bilgilere ulaşmayı hedefler.[1] Zihinsel ya da fiziksel olarak birer yaşantı olan her şey, fenomenolojinin konusu olabilir. Jean-Paul Sartre, fenomenolojik yöntemi kendi varoluşçu felsefesinde kişinin kendisiyle, dünyayla ve başkalarıyla olan ilişkisini ele alırken kullanır. Sartre, Bulantı adlı romanında Husserl’in “şeylerin kendisine dönme” çağrısına uygun olarak, bireyin deneyimlerini betimlerken fenomenolojik yönteme başvurur. Romanın protagonisti olan Antoine Roquentin’in deneyimlerine baktığımızda, “bulantı” fenomeni karşımıza çıkar. Bulantı, kişinin kendisinin, dünyanın ve başkalarının varoluşunun anlamsızlığının, nedensizliğinin ve belirsizliğinin yani aslında olumsallığın deneyimi olduğu gibi aynı zamanda da bu anlamsızlığın ve olumsallığın getirdiği varoluş yükünün insanı bunaltan, ezen deneyimidir.

Maurice Merleau-Ponty’nin söylediği gibi fenomenoloji, “deneyimimizi kendine özgü haliyle betimleme girişimidir”[2]. Sartre, Bulantı’yı bir günce olarak tasarlayarak, fenomenolojik bakışa uygun olarak karakterin deneyimlerini, yaşadığı olayları günü gününe yazar. Roquentin, Marquis de Rollebon üzerine tarihi bir kitap yazmak için üç yıl önce Bouville’e yerleşmiş olan, yalnız ve monoton bir hayatı sürdüren bir adamdır. Onun deneyimlerinin sıra dışı bir yanı yoktur, bu deneyimlere eşlik eden bulantı dışında. Bulantı, bilinçli bir varlık olarak fenomenlere yönelen insanın yaşadığı baş döndürücü, ezici ve tiksindirici bir iç daralması olarak tanımlanabilir. Sıradan ve gündelik deneyimlerin neden bulantı hissine yol açtığını, bu deneyimleri fenomenolojik yönteme başvurarak aydınlattığımızda anlayabiliriz.

Husserl epokhesinin Sartre açısından görünümü, bulantı ya da iç daralmasıdır. İç daralması olarak epokhe, dünyanın ve varoluşun olumsallığının deneyimlenmesidir. Sartre’a göre epokhe bir yere kadar sürdürülebilir. İnsanın epokhe yoluyla askıya alamayacağı şeyler vardır. Bunların başında varoluş gelir. Varoluşun fenomenolojik olarak indirgenemeyeceğini düşünen Sartre, varoluşu askıya almanın imkansızlığını şu şekilde dile getirir: “Bekleyip duran şey toparlandı, üzerime atıldı, içime akıyor, dopdoluyum. Bir şey değilmiş, bekleyip duran şey kendimmişim. Özgürlüğe kavuşmuş, bağlarını koparmış varoluş üstüme taşıyor. Varoluşmaktayım.”[3]

Bulantı’nın Fenomenolojisi

Fenomenoloji, “şeyleri nasıl deneyimlediğimiz”le ilgilenir. Değindiğim üzere Sartre, “bilinçli deneyim olgularının dikkatlice ve önyargısız bir şekilde betimlenmesini öneren fenomenolojik yöntem”i Husserl’den devralır.[4] Bununla birlikte, Sartre’ın fenomenoloji anlayışı Husserl’den çok Heidegger’in etkisiyle şekillenir. Çünkü Husserl, fenomenolojiyi asıl olarak epistemoloji alanında uygularken Heidegger bunu dönüştürerek varlığın anlamını sorgularken yani ontoloji yaparken fenomenolojik yönteme başvurur. Heidegger’e göre fenomenoloji, “kendini gösterenin (kendini kendisi gibi gösterenin) bizatihi kendinden hareketle görünür kılınması”[5] olarak tanımlanabilir.  Husserl ve Heidegger’in ayak izlerini takip eden Sartre, Bulantı’da tam olarak bunu yapmaya çalışır. Bulantı, verili olanın, kendini gösterenin aydınlatılması ya da görünür kılınmasına yönelik bir girişimdir.

Roquentin’in deneyimlerinin fenomenolojik bir deneyim oluşu, romanda çeşitli şekillerde dile getirilir. Örneğin Roquentin için olayların “gerçekleşme biçimi”[6] önemlidir. Olayların gerçekleşme biçimine bakarsak, romandaki temel fenomenolojik problem şu şekilde belirlenebilir: “Hiçbir şey değişmedi ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor.”[7] Buradan anlaşılacağı üzere Roquentin, sıradan ve gündelik deneyimleri farklı bir şekilde deneyimler. Bu nedenle Sartre romanında görüneni aydınlatmak için fenomenolojik yönteme başvurur. Mesela, Roquentin’in fırlatmak üzere eline bir çakıl taşı alması gibi oldukça sıradan olan bir olayın neden bulantıya yol açtığı, ancak ve ancak fenomenolojik bakışla aydınlatılabilir. Sartre, Roquentin’in ağzından onun deneyiminin fenomenolojik bir deneyim olduğunu şu şekilde dile getirir:

“Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak için bir günce tutmalı. Önemsiz gibi görünseler de küçük ayrıntıları, olaycıkları kaçırmamalı, özellikle hepsini sınıflamalı. Şu masayı, sokağı, insanları, tütün paketimi nasıl gördüğümü anlatmalıyım, çünkü değişen bu. Bu değişmenin alanını ve özünü iyice belirlemeliyim.

Sözgelimi mürekkep şişemin içinde bulunduğu karton kutuyu ele alalım. Anlatmam gereken şu: Onu daha önce nasıl görüyordum ve şimdi nasıl…”[8]

Bulantı Olarak Epokhe

Sartre, Bulantı’da sıradan deneyimlerden yola çıkarak “görünüşlerin yüzeyinin altında” yatanları bize göstermeye çalışır. Dünyadan geri çekilme ya da Sartre’ın deyimiyle “dünyanın paranteze alınması”[9] olarak epokheye başvurulduğunda, dünyanın olumsallığı ve varoluşun nedensizliği deneyimlenir. Roquentin’e bulantı yaşatan şey tam olarak budur. “Bunca düzenli bir dünyadan korkulur mu?”[10] diye sorar Roquentin. Elbette, dünya düzenli ve varoluş anlamlı olsaydı, bulantı diye bir şey olmazdı.

Bulantı, Roquentin’in gözlemlediği nesnelerin, olayların, ilişkilerin, başkalarının hayat projelerinin ve kendi varoluşunun anlamsızlığının deneyimidir. Fakat bulantı, sadece anlamın yokluğuna ilişkin değildir. O, aynı zamanda Roquentin’in en mide bulandırıcı şey olarak gördüğü “varoluş”tan bunalmışlıktır. Bulantı, kişiye kusma isteği veren, son derece şiddetli, zaman zaman iğrenç ve çoğunlukla istemsiz davranışlara yol açan karmaşık bir his ya da hisler dizisi, oldukça nahoş olan bir duygudur.[11]

Husserl’in fenomenolojik redüksiyona başvurma nedeni, tam bir apaçıklığa ulaşmaktır. Peki, Bulantı’da epokhe yoluyla ulaşılan apaçıklık neye benzer? Roquentin bunu bir kesinlik ya da apaçıklıktan ziyade, bir hastalığa benzetir.[12] Epokheye başvurma yoluyla ulaşılan varoluşsal hal, gerçekten de bir hastalık gibidir; kişiyi rahatsız eder. Bunu bir varoluşsal uyanış olarak değerlendirebiliriz. İnsan bir kere dünyanın ve varoluşun nedensizliğini ve anlamsızlığını duyumsadığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bu nedenle Roquentin’in bilinç durumu kimileri tarafından patolojik bir hal olarak değerlendirilir. Burada psikolojik bir patolojiden çok, varoluşsal anlamda rahatsız bir bilinç söz konusudur.

O halde epokheyle ulaşılan apaçıklığın bulantı deneyimi olduğunu söyleyebiliriz: “Demek ki bulantı bu: göz kamaştırıcı bu apaçıklık. Üzerinde kafa patlattım. Yazılar yazdım. Şimdi biliyorum. Varım (dünya da var) ve dünyanın var olduğunu biliyorum.”[13] Buna benzer şekilde Sartre, Varlık ve Hiçlik’te, insanın epokheye başvurmak suretiyle kendini dünyadan kopartamayacağını dile getirir.[14]  Böylece Sartre, varoluşun epokheye başvurmak yoluyla fenomenolojik olarak indirgenemeyeceğini gözler önüne serer.

Olumsallığın Deneyimi

Epokhe yoluyla duyulan bulantı ya da iç daralması, Merleau-Ponty’nin dediği gibi, “dünyanın nedensiz fışkırması”[15]nın yani olumsallığın deneyimidir. Sartre bunu Bulantı’da şu şekilde ifade eder:

“Bulantıyı anlıyor, onu elime geçiriyordum. (…) Bütün bunların özü olumsallıktır.  Yani, varoluş zorunluluk değildir demek istiyorum. Var olmak, burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız onları. (…) [H]içbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz. Çünkü olumsallık bir sahte görünüş, ortadan kaldırılabilecek bir dış görünüş değildir; mutlak olanın kendisidir, bu yüzden yetkin bir temelsizliktir. Şu bahçe, şu kent, ben kendim, her şey temelsiz ve nedensizdir. Bunun farkına vardığınızda yüreğiniz bulanır.”[16]

Sartre, benzer şekilde Varlık ve Hiçlik’te, epokheyle ulaşılan iç daralmasının insana dünyanın olumsallığını keşfettirdiğini yazar.[17] Olumsallığın keşfi aynı zamanda özgürlüğün de keşfidir: “(…) [İ]nsan, özgürlüğünün bilincine iç daralması içinde varır; ya da, başka bir deyişle, içdaralması, varlık bilinci olarak özgürlüğün varlık kipidir, iç daralması içindedir ki özgürlük kendi varlığında kendisi için sorundur.”[18] Bu felsefi sav, Bulantı’da edebi olarak tezahür eder. Roquentin için varoluş, olumsallık ve özgürlük birer sorundur.

Her ne kadar fenomenolojik yönteme başvursa da epokhenin uygulanabilirliğini sorgulayan Sartre, Bulantı’da epokhenin belli bir yere kadar uygulanabilir olduğunu düşünür. Epokhenin sonu yani paranteze alamayacağımız şey ise varoluşun kendisidir: “Kendimi bırakmak, unutmak, uyumak istiyorum. Ama yapamıyorum bunu; boğuluyorum: Varoluş her tarafımdan, gözlerimden, burnumdan, ağzımdan içeri dalıyor.”[19] Varoluş, askıya alamayacağımız, bir kenara bırakamayacağımız, kaçıp kurtulamayacağımız bir doluluktur: “(…) [B]ir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. Burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. Varım ben.”[20] Böylece Roquentin, bulantının bir hastalık, bir rahatsızlık değil, onun “kendi öz varlığı” olduğunu anlamış olur.[21] Bunu anlamasını sağlayan şey, elbette ki fenomenolojik redüksiyondur. Çünkü onun da dile getirdiği gibi “varoluş kendini saklar”[22]. Bu nedenle, varoluşun anlamını açığa çıkarabilmek için epokheye başvurmak gerekir. Peki varoluş, ya da varoluşun anlamı nedir?

Varoluşun Fenomenolojik-Ontolojik Anlamı

Husserl, bilincin yönelimsel oluşunu ifade ederken, “Bilinç, bir şeyin bilincidir.” der. Bu mottoyu benimseyen Sartre, Husserl’in sözünü dönüştürerek varoluşun anlamını şöyle açıklar: “Bilinç, fazlalık olmanın bilincidir.”[23] Sartre açısından varoluş bir fazlalık, kendisinden sıyrılamayacağımız bir doluluktur.[24] Ve böylece epokhe sona erer: “Elim varoluşmakta. Üzerinde durmuyorum bunun, çünkü nereye koysam varoluşmaya devam edecek, ben de onun varoluştuğunu duyacağım. Ortadan kaldıramam onu.”[25] Böylelikle Roquentin, epokhenin sonunda özgür ve sorumlu bir varlık olarak varoluşmakta olduğunu deneyimler. O özgür ve sorumludur çünkü var olmayı devam ettiren varlık kendisidir. Bu nedenle Roquentin, var olmaktan tiksinmek olarak bulantının kendini varoluşun içine oturtma biçimlerinden biri olduğunu anlar.[26] Bu bağlamda ona göre varoluş, “bir yetkinsizliktir”[27].

Roquentin’in var olmaktan tiksinmesinin sebebi, varoluşun nedensizliği ve anlamsızlığıdır. Bu tam da saçmanın keşfidir.  Varoluş dünyası, içindeki her şeyle saçmadır.[28] İnsan, köksüz ve amaçsızdır, o; “şimdinin içine fırlatılmış ve orada bırakılmış”tır.[29] Dolayısıyla Roquentin, nesnelerin, kendinin ve başkalarının varoluşunu birer fazlalık olarak görür. Birer fazlalık olarak var olacaksak, “küfe, şişkinliğe, müstehcenliğe kadar var olmak”[30] gerekir. Bu nedenle Roquentin, kendi elinin varoluşunu betimlerken onu ölü bir yengece, yani tiksinç bir şeye benzetir. Varoluş, bulantı verici, tiksindirici bir şey olarak deneyimlenir. Burada deneyimin mahiyetini belirleyebilmek için fenomenolojiye ihtiyacımız vardır. Çünkü insana bulantı veren şey bir ele sahip olmak değil, sahip olunan eli iğrenç bir şey olarak deneyimlemektir. Fenomenolojik bakışı sürdürürsek, insanın elini neden bulantı veren bir şey olarak deneyimlediğini de anlamış oluruz: çünkü elin varoluşu ya da genel olarak varoluş gereksiz ve olumsaldır.[31]

Varoluş anlamsız ve nedensizse, özgürlük de önceden verili olan bir anlamdan ve değerden yoksun olmak olarak anlaşılır: “Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz.”[32] Kitap boyunca kendi varoluşunu haklılaştıramayacağını düşünen Roquentin, var olmaktan utanç duyar. En azından kendi varoluşunu geçmişinde üstlenebilmek ve insanlara varoluşları yüzünden utanç duyurabilmek adına bir roman yazmaya karar verir.

Sonuç

Fenomenoloji, bireyin şeyleri nasıl deneyimlediğini araştırır. Fenomenolojik ontoloji, dünyanın ve varoluşun anlamlandırılmasında fenomenolojik yönteme başvurur. Bir fenomenolojik ontoloji girişimi olarak değerlendirebileceğimiz Bulantı’da Sartre, bulantıyı anlamlandırabilmek için bireyin sıradan deneyimlerinin anlamını açığa çıkarmaya çalışır. Bulantı’yı fenomenolojik olarak ele aldığımızda, kişinin bulantı duymasına neden olan şeyin olumsallık ve anlamsızlık olduğunu anlarız. Romanda bu olumsallık ve anlamsızlık, fenomenolojik olarak deneyimlenir. Husserl’in epokhesi, Roquentin’in bulantısıdır. Çünkü Roquentin, epokheye başvurduğunda apaçık olarak kavradığı ya da daha doğru bir deyimle, deneyimlediği şey bulantıdır. Bulantının kaynağı ise ilk bakışta sıradan ve gündelik deneyimlermiş gibi görünür. Bunu fenomenolojik bir bakış açısıyla irdelediğimizde bulantının nedeninin dünyanın ve varoluşun olumsallığı ve dolayısıyla da anlamsızlığı olduğunu görürüz.

Bulantıyla birlikte olumsallığı ve anlamsızlığı deneyimleyen Roquentin, artık epokhe yapmayı sürdüremez. Çünkü varoluş, askıya alınamaz: “Var olan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rasgele ölür. (…) Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.”[33] Kişi, kendi varoluşunu paranteze alamadığı gibi dünyanın ve başkalarının varoluşunu da tam olarak paranteze alamaz. Bulantı’da Roquentin’in kestane ağacının köküyle karşılaşması, dünyanın tamamıyla askıya alınamayacağının bir örneği olarak görülebilir.[34] Başkalarının varoluşunun askıya alınamayacağı ise Varlık ve Hiçlik’te apaçık olarak belirtilir: “Epokhe, transandantal bilinci mutlak gerçekliği içinde keşfetmek üzere dünyayı paranteze almayı hedefler. Bu işlemin genelde mümkün olup olmadığını söylemek, burada bizim işimiz değil. Ama bizi ilgilendiren durumda, bu işlem başkasını oyundışı bırakamaz.”[35]

Dünyanın, kendisinin ve başkalarının varoluşunu fenomenolojik olarak indirgemeyi tam olarak başaramayan Roquentin, tüm bu varoluşların birer fazlalık olduğuna karar verir. Çünkü varoluş nedensizdir. Dolayısıyla anlamsızdır. Varoluşun olumsallığını, yani zorunlu olmayışını bir özgürlük olarak anlayan Roquentin, kendini özgür ve sorumlu bir varlık olarak konumlandırır. Bulantı’daki bu özgürlük ve sorumluluk, oldukça negatif bir anlama sahiptir. Çünkü Roquentin’e göre varoluş haklılaştırılamaz. Bu nedenle bir fazlalık olarak gördüğü varoluş karşısında Roquentin’in bulantısı devam edecektir.

Fenomenoloji, bulantının dünyanın “somut ve felsefi bir deneyimi” olduğunu anlamamızı sağlar.[36] Bir deneyim insanı iğrendirebilir, onu yabancılaştırabilir. Bulantı’da Roquentin’in hayatını karakterize eden şey deneyimdeki bu yabancılaşmadır.[37] Bu bağlamda Bulantı’daki fenomenoloji, “umutsuzluğun fenomenolojisi”dir.[38] Özgür, yabancılaşmış ve umutsuz olan Roquentin’in tek yapabileceği, “insanları varoluşları yüzünden utanç duyurmak” ve “kendini geçmişte kabul edebilmek”[39] adına bir roman yazmaktan ibarettir.


Kaynakça

  • Desan, Wilfrid. “Jean-Paul Sartre”, https://www.britannica.com/biography/Jean-Paul-Sartre Erişim Tarihi: 03.11.2024
  • Heidegger, Martin. Varlık ve Zaman, çev: Kaan Ökten. İstanbul: Alfa Yayınları, 2019.
  • Husserl, Edmund. Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev. Harun Tepe. Ankara: BilgeSu, 2020.
  • Inkpin, Andrew. “Sartre’s Literary Phenomenology”, Sartre Studies International, (Vol. 23, No. 1): 1-21. 2017.
  • Merleau-Ponty, Maurice. “Algının Fenomenolojisi Önsöz”, çev: Emre Şan, Merleau-Ponty içinde, ed: Emre Şan, 199-220. İstanbul: Say, 2015.
  • Sartre, Jean-Paul. Bulantı, çev: Selahattin Hilav. İstanbul: Can Yayınları, 2017.
  • Sartre, Jean-Paul. Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, çev. Gaye Çankaya Eksen-Turhan Ilgaz. İstanbul: İthaki, 2018.
  • Solomon, Robert C. Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, New York: Oxford University Press, 2006.

[1] Edmund Husserl, Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev: Harun Tepe, (Ankara: BilgeSu, 2020), 43-44.

[2] Maurice Merleau-Ponty, “Algının Fenomenolojisi Önsöz”, çev: Emre Şan, içinde Merleau-Merleau-Ponty (199-220), ed: Emre Şan, (İstanbul: Say, 2015), 200.

[3] Jean-Paul Sartre, Bulantı, çev. Selahattin Hilav, (İstanbul: Can Yayınları, 2017), 149.

[4] Wilfrid Desan, “Jean-Paul Sartre”, https://www.britannica.com/biography/Jean-Paul-Sartre (03.11.2024)

[5] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan Ökten, (İstanbul: Alfa Yayınları, 2019), 65.

[6] Sartre, Bulantı, 65.

[7] Sartre, Bulantı, 88.

[8] Sartre, Bulantı, 15.

[9] Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, çev. Gaye Çankaya Eksen-Turhan Ilgaz, (İstanbul: İthaki, 2018), 347.

[10] Sartre, Bulantı, 17.

[11] Robert C. Solomon, Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, (New York: Oxford University Press, 2006), 63-65.

[12] Sartre, Bulantı, 19.

[13] Sartre, Bulantı, 183.

[14] Sartre, Bulantı, 69.

[15] Merleau-Ponty, “Algının Fenomenolojisi Önsöz” içinde Merleau-Ponty (199-220), 209.

[16] Sartre, Bulantı, 195.

[17] Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, 61.

[18] Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, 73.

[19] Sartre, Bulantı, 188.

[20] Sartre, Bulantı, 152.

[21] Sartre, Bulantı, 188.

[22] Sartre, Bulantı, 189.

[23] Sartre, Bulantı, 249.

[24] Sartre, Bulantı, 199.

[25] Sartre, Bulantı, 150.

[26] Sartre, Bulantı, 151.

[27] Sartre, Bulantı, 153.

[28] Sartre, Bulantı, 191-192.

[29] Sartre, Bulantı, 59.

[30] Sartre, Bulantı, 190.

[31] Solomon, Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, 65.

[32] Sartre, Bulantı, 230.

[33] Sartre, Bulantı, 199.

[34] Andrew Inkpin, “Sartre’s Literary Phenomenology”, Sartre Studies International, (Vol. 23, No. 1, 2017), 5.

[35] Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, 347.

[36] Solomon, Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, 66.

[37] Solomon, Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, 82.

[38] Solomon, Dark Feelings, Grim Thoughts: Experience and Reflection in Camus and Sartre, 92.

[39] Sartre, Bulantı, 260.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz