Sinemanın varlık nedenini sorgulayan iki temel perspektif vardır. İlk olarak, sinemanın dünyayı müdahalesiz olarak yansıtması gerektiğini savunan bir bakış açısı vardır. Diğer bir perspektif ise sinemanın sanatçının yaratıcılığı ve hayal gücüyle sınırlı bir estetik form olduğunu savunur.
Sanat, özgün ve özerk bir kimlik arayışının entelektüel etkinlik alanıdır. Sanatın birey üzerinde kendi olmayı öğreten bir özgürleşme öğretisi vardır. Sanatçı ise kültürel ve etik koşulların biçimlendirdiği bir benlikten ayrılarak kendi özerk kimliğini oluşturma doğasına sahiptir. Bununla birlikte sanatçı, bilinen toplumsal normlara karşı bağımsızlaşma yolunu seçer.
Propaganda, toplumları yönlendirmek, ikna etmek ve manipüle etmek için kullanılan bir dizi eylemdir. Kitle iletişim araçları, propaganda için önemli bir araçtır. Sinema da propagandanın etkili bir şekilde kullanıldığı bir platformdur. Özellikle Sovyet Sineması, halkın düşünce yapısını etkileme ve ideolojik mesajların yayılmasında kuvvetli bir araç olarak kullanılmıştır. Propagandanın sinemadaki kullanımı, geniş kitlelere hitap edebilme ve güçlü duygusal etkiler yaratma yeteneği sayesinde etkili olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizmin etkileriyle yüzleşen Türkiye, altmışlı yıllarla beraber benzer anti-emperyalist bir duruşla sinema alanında eserler ortaya koymaya başlamıştır. İlk başlarda daha ılımlı bir yaklaşımla toplumun sosyal sorunlarını ele alan ve duyarlılığı amaçlayan filmler üretilirken, 1970’lerde daha radikal bir tavır baş göstermiştir. Bu radikal tavrın öncülerinden en önemlisi ise Yılmaz Güney'dir.
Kieslowski filmde ne anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmiştir: “Sevdiklerini kaybetmiş bir kadının perspektifinden dünyanın neye benzediğini anlatmak istedik. Kadın için önemli olan nedir? Dünyaya nasıl tepki göstermektedir? Nelere bakmaktadır?” (Toker, 2020).
Three Colors: Blue'daki Julie karakterinin yanı sıra Kieslowski'nin diğer film karakterleri incelendiğinde, kadın profili üzerinden yaratmak istediği özgürlük imgesinin önemini P. McGavin ve Z. Banas (2016) ile yaptığı röportajda şöyle aktarmıştır: “Oyunculara özgürlük hissi vermek ve filmde rollerinden fazlasına katkıda bulunduklarını hissettirmek için çaba gösteriyorum. Onlar hayat deneyimlerini kullanırken, ben de onlardan öğreniyorum."
Kişinin varoluşu, özgürlüğüne mi bağlıdır? İnsan gerçek özgürlüğün özüne, duyduğu bunaltıyı hiçliğe dönüştürmesiyle ulaşabilir miydi? Özgürlüğü hiçlikle kuracağı bağda bulacağına inanan Julie'nin, evden ayrılırken yanında götürdüğü tek şey Anna’nın odasında asılı duran o mavi avizedir. Nitekim bu duruma varlığın nesneyle ilişkisini sorgulayan Roquentin şu düşüncesiyle değinmiştir: “Nesnelerin insana dokunmaması gerekir çünkü onlar canlı değildir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız; yararlıdırlar, işte o kadar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan gibi.”
Film, Julie'nin insanlarla yeniden bağlantı kurma ve varoluşunun anlamını bulma sürecini hiçlikle ören bir dinamizmle başlamıştır. Varoluşun anlamını, sonuç olarak Julie'nin özgürlüğünü ve yaşamını anlamlandırma sorumluluğunu taşıdığına dair güçlü bir mesaj sunmuştur.
Uzun yıllardır siyaset üstü denilerek egemen sınıfın halkı uyutma aparatı olarak kullandığı ve bunun karşısında duranlara da hain denildiği “hepimiz aynı gemideyiz” sloganına iki ayrı yerden bakalım. Burada iki şey var. Emek araçlarını elinde bulunduran egemen sınıf halkı zihinsel körelmeye iter. Sonuç olarak da halk kendisini, ezen sınıf ile aynı gemide görme yanılgısı içerisine düşebilir. Oysa Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre Türkiye’de en zengin yüzde 10 tüm gelirin yüzde 67’sini almakta. “İşte bu ekonomik krizin yarattığı geleceksizlik ve umutsuzluk hissi bireylerin kendi yaşamlarına dair beka, yani varoluş kaygılarıyla, milliyetçiliğin köpürttüğü beka söylemi birleşmektedir”. Ve ezen ve ezilen iki taraf için de aynı vatan ideali biçilmektedir. Ne güzel hikaye ama !
İslam filozoflarının düşünceleri tercüme yoluyla 12 ve 13. yüzyıllarda Batı’ya aktarılmıştır. İslam dünyasında olduğu gibi felsefi düşüncenin vahye uygunluğu Batı’da da tartışılmış ve bu yönde dönemin ünlü teologları tarafından reddiyeler yazılmıştır. Hristiyan vahyini korumak amacıyla ortaya çıkan reddiye türü bu eserler Ortaçağ Batı Düşüncesine canlılık katmıştır. İslam filozoflarına yönelik ilk reddiye Thomas Aquinas’a (1225-1274) ait Summa Contra Gentiles adlı eserdir. İslam filozoflarına yönelik özellikle Meşşâî filozoflara karşı bir diğer eser ise Errores Philophorum’dur. Bu eser Thomas Aquinas’ın öğrencisi Romalı Giles’e (1247-1316) aittir. Bir Ortaçağ Batı Düşüncesi ürünü olan Errores Philosophorum felsefe ve din çatışmasını gözler önüne seren bir çalışmadır. Hristiyan inancını Aristoteles’e karşı müdafaa eden bu eser felsefenin din karşısındaki konumunu da ortaya sermektedir.
Dünyayı tam anlamıyla sarsan, tartışılmaya uzun yıllar devam edilecek olan ve 19. yüzyılın Aydınlanma düşüncesini devam ettiren, akılcı ve bilimci Karl Marx. On yedi yaşındayken felsefe eğitimi alabilmek için Bonn Üniversitesi'ne gitmiş fakat babasının ısrarıyla hukuk okumuştur. Üniversitede iken çeşitli siyasi kavgalara karışmaya başlamıştır.1841 yılında Jena Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yapmıştır ve bu yıllarda da Hegel'den etkilenmeye başlamıştır.
Taş duvarların arasında büyüyen küçük Barış’ın dünyasına mektupları aracılığıyla bir pencere açıyor roman bizlere. Feride Çiçekoğlu’nun bu dokunaklı eserinde, annesinin yanında hapishanede kalmak zorunda kalan beş yaşındaki bir çocuğun biraz hayal biraz gerçekleri içeren sözlerine odaklanıyoruz.
Romanın ilk satırlarından bir cinayet hikâyesi olduğunu öğrenerek, Santiago Nasar’ın öldürüldüğü kanlı pazartesi gününün sabahına gidiyoruz. İşleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı/olamadığı ya da göz yumduğu bir cinayetin öyküsü bu.
Kusursuz bir yaşam gerçekliği olmadığı gibi, bir şeyi salt iyi ya da kötü diye adlandırmak da olanaksızdır. Dünya bir gül bahçesi değil ama öyle bir düşsel mekân olsa bile; düşünsenize, dikensiz bir gül bahçesi bile mümkün değildir zaten.
Kendisine ve insanlığa dair bir umut arayıp sonunda –kendi deyimiyle- insanlığını yitiren birinin son çığlığı… Defalarca kez hayatını sonlandırmak için çaba göstermiş Japon Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken adlı eserinde; çocukluk yıllarından başlayarak yaşamının son anlarına kadar uzanan arayışlarını ve hayal kırıklıklarını bir ötekinin hayatını anlatırmış gibi bu eserinde aktarmıştır.
Düşlerindeki dünyayı Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabına aktaran bir haritacının odakta olduğu, gerçek ve rüya arasındaki çatışmayı devamlı hissettiğimiz, içerisinde tarihi ve felsefi izler barındıran bir roman… Puslu Kıtalar Atlası aracılığıyla; belirsiz bir zamandaki birbirinden eşsiz karakterlerin hayat bulduğu düşlerin mekânına yolculuk yapıyoruz.
Taş duvarların arasında büyüyen küçük Barış’ın dünyasına mektupları aracılığıyla bir pencere açıyor roman bizlere. Feride Çiçekoğlu’nun bu dokunaklı eserinde, annesinin yanında hapishanede kalmak zorunda kalan beş yaşındaki bir çocuğun biraz hayal biraz gerçekleri içeren sözlerine odaklanıyoruz.
Evet, bu bir Aslı güzellemesi. Yazılmaya değmeyecek bir şiirin ilk dizesi, dalına tırmanmaya değmeyecek bir ağacın baharda çiçek açmış renkleri, dünyanın en karmaşık müzik eserinin basit nota geçişleriyle icra edilişi, bir dünya savaşı daha çıksa kocaman gülüşlerden medet ummanın çaresiz beklentisi.
Eski Türklerin üç basamaklı din anlayışlarından biri olarak ele alabileceğimiz Tabiat kuvvetlerine inanma veya Şamanlık olgusu, Türkler tarafından sadece bir din olarak kalmamış aynı zamanda kültürlerine ve felsefelerine oldukça fazla katkıda bulunmuştur. Bu çalışmada Şamanlık olgusu bağlamında eski Türklerin tabiat ile olan ilişkisini yer-sub olarak literatüre girmiş doğa ruhları üzerinden tek tek ele almaktayız. Yer-sub ruhlarına ek olarak doğal yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan Hayvan Kültü ve Ateş kültü de dahil edilmiştir
Pamuk Apartmanı, 1930'ların modern ve sade mimarisini yansıtır. Düz çizgiler ve geometrik detaylar öne çıkan Art Deco üslubunun izlerini taşır. Binanın cephesi ve pencereleri zamanla yıpranmış ve bakımsız hale gelmiştir. 2018'de koruma altına alınan bina, kültür varlığı olarak kabul edilmiş ve restore edilecektir.
Sinemanın varlık nedenini sorgulayan iki temel perspektif vardır. İlk olarak, sinemanın dünyayı müdahalesiz olarak yansıtması gerektiğini savunan bir bakış açısı vardır. Diğer bir perspektif ise sinemanın sanatçının yaratıcılığı ve hayal gücüyle sınırlı bir estetik form olduğunu savunur.
Sanat, özgün ve özerk bir kimlik arayışının entelektüel etkinlik alanıdır. Sanatın birey üzerinde kendi olmayı öğreten bir özgürleşme öğretisi vardır. Sanatçı ise kültürel ve etik koşulların biçimlendirdiği bir benlikten ayrılarak kendi özerk kimliğini oluşturma doğasına sahiptir. Bununla birlikte sanatçı, bilinen toplumsal normlara karşı bağımsızlaşma yolunu seçer.
Propaganda, toplumları yönlendirmek, ikna etmek ve manipüle etmek için kullanılan bir dizi eylemdir. Kitle iletişim araçları, propaganda için önemli bir araçtır. Sinema da propagandanın etkili bir şekilde kullanıldığı bir platformdur. Özellikle Sovyet Sineması, halkın düşünce yapısını etkileme ve ideolojik mesajların yayılmasında kuvvetli bir araç olarak kullanılmıştır. Propagandanın sinemadaki kullanımı, geniş kitlelere hitap edebilme ve güçlü duygusal etkiler yaratma yeteneği sayesinde etkili olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizmin etkileriyle yüzleşen Türkiye, altmışlı yıllarla beraber benzer anti-emperyalist bir duruşla sinema alanında eserler ortaya koymaya başlamıştır. İlk başlarda daha ılımlı bir yaklaşımla toplumun sosyal sorunlarını ele alan ve duyarlılığı amaçlayan filmler üretilirken, 1970’lerde daha radikal bir tavır baş göstermiştir. Bu radikal tavrın öncülerinden en önemlisi ise Yılmaz Güney'dir.
Kieslowski filmde ne anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmiştir: “Sevdiklerini kaybetmiş bir kadının perspektifinden dünyanın neye benzediğini anlatmak istedik. Kadın için önemli olan nedir? Dünyaya nasıl tepki göstermektedir? Nelere bakmaktadır?” (Toker, 2020).
Three Colors: Blue'daki Julie karakterinin yanı sıra Kieslowski'nin diğer film karakterleri incelendiğinde, kadın profili üzerinden yaratmak istediği özgürlük imgesinin önemini P. McGavin ve Z. Banas (2016) ile yaptığı röportajda şöyle aktarmıştır: “Oyunculara özgürlük hissi vermek ve filmde rollerinden fazlasına katkıda bulunduklarını hissettirmek için çaba gösteriyorum. Onlar hayat deneyimlerini kullanırken, ben de onlardan öğreniyorum."
Kişinin varoluşu, özgürlüğüne mi bağlıdır? İnsan gerçek özgürlüğün özüne, duyduğu bunaltıyı hiçliğe dönüştürmesiyle ulaşabilir miydi? Özgürlüğü hiçlikle kuracağı bağda bulacağına inanan Julie'nin, evden ayrılırken yanında götürdüğü tek şey Anna’nın odasında asılı duran o mavi avizedir. Nitekim bu duruma varlığın nesneyle ilişkisini sorgulayan Roquentin şu düşüncesiyle değinmiştir: “Nesnelerin insana dokunmaması gerekir çünkü onlar canlı değildir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız; yararlıdırlar, işte o kadar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan gibi.”
Film, Julie'nin insanlarla yeniden bağlantı kurma ve varoluşunun anlamını bulma sürecini hiçlikle ören bir dinamizmle başlamıştır. Varoluşun anlamını, sonuç olarak Julie'nin özgürlüğünü ve yaşamını anlamlandırma sorumluluğunu taşıdığına dair güçlü bir mesaj sunmuştur.
Uzun yıllardır siyaset üstü denilerek egemen sınıfın halkı uyutma aparatı olarak kullandığı ve bunun karşısında duranlara da hain denildiği “hepimiz aynı gemideyiz” sloganına iki ayrı yerden bakalım. Burada iki şey var. Emek araçlarını elinde bulunduran egemen sınıf halkı zihinsel körelmeye iter. Sonuç olarak da halk kendisini, ezen sınıf ile aynı gemide görme yanılgısı içerisine düşebilir. Oysa Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre Türkiye’de en zengin yüzde 10 tüm gelirin yüzde 67’sini almakta. “İşte bu ekonomik krizin yarattığı geleceksizlik ve umutsuzluk hissi bireylerin kendi yaşamlarına dair beka, yani varoluş kaygılarıyla, milliyetçiliğin köpürttüğü beka söylemi birleşmektedir”. Ve ezen ve ezilen iki taraf için de aynı vatan ideali biçilmektedir. Ne güzel hikaye ama !
İslam filozoflarının düşünceleri tercüme yoluyla 12 ve 13. yüzyıllarda Batı’ya aktarılmıştır. İslam dünyasında olduğu gibi felsefi düşüncenin vahye uygunluğu Batı’da da tartışılmış ve bu yönde dönemin ünlü teologları tarafından reddiyeler yazılmıştır. Hristiyan vahyini korumak amacıyla ortaya çıkan reddiye türü bu eserler Ortaçağ Batı Düşüncesine canlılık katmıştır. İslam filozoflarına yönelik ilk reddiye Thomas Aquinas’a (1225-1274) ait Summa Contra Gentiles adlı eserdir. İslam filozoflarına yönelik özellikle Meşşâî filozoflara karşı bir diğer eser ise Errores Philophorum’dur. Bu eser Thomas Aquinas’ın öğrencisi Romalı Giles’e (1247-1316) aittir. Bir Ortaçağ Batı Düşüncesi ürünü olan Errores Philosophorum felsefe ve din çatışmasını gözler önüne seren bir çalışmadır. Hristiyan inancını Aristoteles’e karşı müdafaa eden bu eser felsefenin din karşısındaki konumunu da ortaya sermektedir.
Dünyayı tam anlamıyla sarsan, tartışılmaya uzun yıllar devam edilecek olan ve 19. yüzyılın Aydınlanma düşüncesini devam ettiren, akılcı ve bilimci Karl Marx. On yedi yaşındayken felsefe eğitimi alabilmek için Bonn Üniversitesi'ne gitmiş fakat babasının ısrarıyla hukuk okumuştur. Üniversitede iken çeşitli siyasi kavgalara karışmaya başlamıştır.1841 yılında Jena Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yapmıştır ve bu yıllarda da Hegel'den etkilenmeye başlamıştır.
Taş duvarların arasında büyüyen küçük Barış’ın dünyasına mektupları aracılığıyla bir pencere açıyor roman bizlere. Feride Çiçekoğlu’nun bu dokunaklı eserinde, annesinin yanında hapishanede kalmak zorunda kalan beş yaşındaki bir çocuğun biraz hayal biraz gerçekleri içeren sözlerine odaklanıyoruz.
Romanın ilk satırlarından bir cinayet hikâyesi olduğunu öğrenerek, Santiago Nasar’ın öldürüldüğü kanlı pazartesi gününün sabahına gidiyoruz. İşleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı/olamadığı ya da göz yumduğu bir cinayetin öyküsü bu.
Kusursuz bir yaşam gerçekliği olmadığı gibi, bir şeyi salt iyi ya da kötü diye adlandırmak da olanaksızdır. Dünya bir gül bahçesi değil ama öyle bir düşsel mekân olsa bile; düşünsenize, dikensiz bir gül bahçesi bile mümkün değildir zaten.
Kendisine ve insanlığa dair bir umut arayıp sonunda –kendi deyimiyle- insanlığını yitiren birinin son çığlığı… Defalarca kez hayatını sonlandırmak için çaba göstermiş Japon Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Osamu Dazai, İnsanlığımı Yitirirken adlı eserinde; çocukluk yıllarından başlayarak yaşamının son anlarına kadar uzanan arayışlarını ve hayal kırıklıklarını bir ötekinin hayatını anlatırmış gibi bu eserinde aktarmıştır.
Düşlerindeki dünyayı Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabına aktaran bir haritacının odakta olduğu, gerçek ve rüya arasındaki çatışmayı devamlı hissettiğimiz, içerisinde tarihi ve felsefi izler barındıran bir roman… Puslu Kıtalar Atlası aracılığıyla; belirsiz bir zamandaki birbirinden eşsiz karakterlerin hayat bulduğu düşlerin mekânına yolculuk yapıyoruz.
Taş duvarların arasında büyüyen küçük Barış’ın dünyasına mektupları aracılığıyla bir pencere açıyor roman bizlere. Feride Çiçekoğlu’nun bu dokunaklı eserinde, annesinin yanında hapishanede kalmak zorunda kalan beş yaşındaki bir çocuğun biraz hayal biraz gerçekleri içeren sözlerine odaklanıyoruz.
Evet, bu bir Aslı güzellemesi. Yazılmaya değmeyecek bir şiirin ilk dizesi, dalına tırmanmaya değmeyecek bir ağacın baharda çiçek açmış renkleri, dünyanın en karmaşık müzik eserinin basit nota geçişleriyle icra edilişi, bir dünya savaşı daha çıksa kocaman gülüşlerden medet ummanın çaresiz beklentisi.
Eski Türklerin üç basamaklı din anlayışlarından biri olarak ele alabileceğimiz Tabiat kuvvetlerine inanma veya Şamanlık olgusu, Türkler tarafından sadece bir din olarak kalmamış aynı zamanda kültürlerine ve felsefelerine oldukça fazla katkıda bulunmuştur. Bu çalışmada Şamanlık olgusu bağlamında eski Türklerin tabiat ile olan ilişkisini yer-sub olarak literatüre girmiş doğa ruhları üzerinden tek tek ele almaktayız. Yer-sub ruhlarına ek olarak doğal yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkan Hayvan Kültü ve Ateş kültü de dahil edilmiştir
Pamuk Apartmanı, 1930'ların modern ve sade mimarisini yansıtır. Düz çizgiler ve geometrik detaylar öne çıkan Art Deco üslubunun izlerini taşır. Binanın cephesi ve pencereleri zamanla yıpranmış ve bakımsız hale gelmiştir. 2018'de koruma altına alınan bina, kültür varlığı olarak kabul edilmiş ve restore edilecektir.