Taş duvarların arasında büyüyen küçük Barış’ın dünyasına mektupları aracılığıyla bir pencere açıyor roman bizlere. Feride Çiçekoğlu’nun bu dokunaklı eserinde, annesinin yanında hapishanede kalmak zorunda kalan beş yaşındaki bir çocuğun biraz hayal biraz gerçekleri içeren sözlerine odaklanıyoruz.
Evet, bu bir Aslı güzellemesi. Yazılmaya değmeyecek bir şiirin ilk dizesi, dalına tırmanmaya değmeyecek bir ağacın baharda çiçek açmış renkleri, dünyanın en karmaşık müzik eserinin basit nota geçişleriyle icra edilişi, bir dünya savaşı daha çıksa kocaman gülüşlerden medet ummanın çaresiz beklentisi.
1.Geçmişten bugüne, yazarlar ve okuyucu kitleleri açısından edebiyat dünyasını nasıl değerlendirirsiniz?
Geçmişten günümüze yazarlar, özgün zihin ürünlerini, sanatsal coşkularını okurlara sunmuş, bal arıları gibi onları besleyip, zihinsel ve tinsel yönden gelişmelerine katkı sağlamışlardır. Edebiyat ürünleriyle donatılmış...
Romanın ilk satırlarından bir cinayet hikâyesi olduğunu öğrenerek, Santiago Nasar’ın öldürüldüğü kanlı pazartesi gününün sabahına gidiyoruz. İşleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı/olamadığı ya da göz yumduğu bir cinayetin öyküsü bu.
I.
Gözlerini açışınla uyandıkDünyamız bir başka dünya seninleUyumumuz başka gök sahiliBu dünyayı biz yoktan yarattıkŞehirlerini aşkla en baştanDuvarlarında sevdanın ürkek terleriCoğrafyalar, atlaslar yarattıkBir asırlık rüyadan yarattıkÇatlaksız, beceriksiz ellerimizle
Gözlerini açışınla uyandıkUyanmak dilsiz bir şiirdir olduUyanmak bırakmak...
Kusursuz bir yaşam gerçekliği olmadığı gibi, bir şeyi salt iyi ya da kötü diye adlandırmak da olanaksızdır. Dünya bir gül bahçesi değil ama öyle bir düşsel mekân olsa bile; düşünsenize, dikensiz bir gül bahçesi bile mümkün değildir zaten.
Islanmış vücudu sırılsıklam sıcaktanParmakları uzamış yaralarıma kadarGözlerinde bir uyku kaynar da kaynarYorgunluğu bile en meselaYüzünün üstüne bir buğu inmişSoğuk rose şaraplardan kalma hoşça kal
Sere serpe serilmiş iki serseri diriDirenişsiz sevilmişKahve altlarında, gece yarılarındaUykuda, boşlukta,...
Kieslowski filmde ne anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmiştir: “Sevdiklerini kaybetmiş bir kadının perspektifinden dünyanın neye benzediğini anlatmak istedik. Kadın için önemli olan nedir? Dünyaya nasıl tepki göstermektedir? Nelere bakmaktadır?” (Toker, 2020).
Three Colors: Blue'daki Julie karakterinin yanı sıra Kieslowski'nin diğer film karakterleri incelendiğinde, kadın profili üzerinden yaratmak istediği özgürlük imgesinin önemini P. McGavin ve Z. Banas (2016) ile yaptığı röportajda şöyle aktarmıştır: “Oyunculara özgürlük hissi vermek ve filmde rollerinden fazlasına katkıda bulunduklarını hissettirmek için çaba gösteriyorum. Onlar hayat deneyimlerini kullanırken, ben de onlardan öğreniyorum."
Kişinin varoluşu, özgürlüğüne mi bağlıdır? İnsan gerçek özgürlüğün özüne, duyduğu bunaltıyı hiçliğe dönüştürmesiyle ulaşabilir miydi? Özgürlüğü hiçlikle kuracağı bağda bulacağına inanan Julie'nin, evden ayrılırken yanında götürdüğü tek şey Anna’nın odasında asılı duran o mavi avizedir. Nitekim bu duruma varlığın nesneyle ilişkisini sorgulayan Roquentin şu düşüncesiyle değinmiştir: “Nesnelerin insana dokunmaması gerekir çünkü onlar canlı değildir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız; yararlıdırlar, işte o kadar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan gibi.”
Film, Julie'nin insanlarla yeniden bağlantı kurma ve varoluşunun anlamını bulma sürecini hiçlikle ören bir dinamizmle başlamıştır. Varoluşun anlamını, sonuç olarak Julie'nin özgürlüğünü ve yaşamını anlamlandırma sorumluluğunu taşıdığına dair güçlü bir mesaj sunmuştur.