Çarşamba, Ekim 30, 2024

Aydınlığın Karanlık Yüzü: Frankfurt Okulu’nun Modernite Eleştirisi

-

EDİTÖR:
Meliha Çakır

-

Giriş

Eleştirel Teori, Frankfurt’ta bir grup entelektüelin Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü bünyesinde toplanarak oluşturduğu, geleneksel addedilebilecek görüşlerin, eleştirel çözümlemelerinin yapıldığı çok boyutlu bir gelenek olarak tanımlanabilir. Marks’tan büyük ölçüde etkilenmiş olan Frankfurt Okulu teorisyenleri, Marksist Kuramın barındırdığı problemlere çözüm bulmayı ve kuramı revize etmeyi misyon edinmişlerdir. Marksist kuramın revizyonu ise güncel problemlere uyumlu bir hale getirilebilmesi için bir dizi analizi gerektirmiştir. Frankfurt Okulu’nun temel kaygılarını açıklayan ve daha ileri okumalar için bir giriş niteliğinde olan bu yazıda Eleştirel Teori açısından Marksist kuramın problemleri saptanmış ve bu problemleri revize edebilmek için gereken analizler Aydınlanma ve Modernite eleştirileri başlığı altında toplanarak sunulmuştur.

Eleştirel Teorinin Doğuşu: Marksizm’in Revizyonu

Frankfurt Okulunun ortaya çıkışı Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelmektedir. Bu oluşumda etkili olan unsurlardan en büyük pay sol işçi hareketlerinin ağır yenilgisine verilebilir. SSCB denetimine giren sol hareketler Faşizm ve Nazizmin yükselmesine giden yolu açarak Frankfurt Okulunun düşünsel boyutuna ivme kazandırmıştır. Bu siyasal sebep, enstitünün sol kanat entelektüellerini teori ve pratik ilişkisini gözden geçirerek Marks’ı yeniden yorumlamaya itmiştir. Bu anlamda Eleştirel Teori, Marks’ın kuramını yeniden canlandırmak için bir girişimdir. Fakat Marks’ın aksine kapitalizmin neden olduğu ekonomik çelişkileri sadece ekonomik altyapıya değil, daha çok üstyapıya yönelerek çözümlemeyi hedeflemişlerdir (Odabaş, 2018:213-215). Üstyapıyı oluşturan kültür alanları arasındaki ilişkilerin ön plana çıkarılması, Eleştirel Teori’nin çok yönlü bir düşünce geleneği olmasının sebebidir de denilebilir.

Eleştirel Teori düşünürleri
https://onculanalitikfelsefe.com/frankfurt-okulu-onde-gelen-6-elestirel-teorisyen-david-sinor/

Teorinin, ortaya çıkışında Marks’ın yanı sıra, Marks’ı tarih sahnesine hazırlayan Hegel’in Aydınlanma düşünceleri de önemli bir yere sahiptir. Adorno’nun felsefesi; Marksist düşünce sistemi, Feuerbach materyalizmi ve Hegel diyalektiğinin bir sentezi olarak değerlendirilebilir. Bu sentez de diyalektiği belirgin bir şekilde toplumsal ve somut bir bağlama taşır (West, 2016: 78). Eleştirel Teori “Marks’ın revizyonu” açısından yorumlanacak olursa, Marksist projenin başından beri barındırdığı güçlüklere değinmek gerekecektir. Bu güçlüklerin temelinde, 1- Batı’da beklenen devrimin ortaya çıkmaması, 2- kapitalizmin güç kazanması, 3- Doğu’daki sosyalist devrimin yoz bir hal alması ve günümüzde de tamamen çökmesi gibi gerekçelere istinaden Marks’ın öngördüğü diyalektik sürecin beklenen şekilde seyretmemesi bulunmaktadır.

Komünizmin tarihi bozgunu ve ardından sosyal demokrasinin iflası, tarihin artık sonunun geldiğinin ilanını da beraberinde getirmiştir (West, 2016: 87-88). Marks’ın teorisini, giderek içi boşalan ideolojik bir düşünce sisteminden kurtarma çabalarında Eleştirel Teori düşünürlerini bekleyen en önemli görev, eleştirel düşünceyi kaba bir söylemle tarihsel materyalizmin deli gömleğinden kurtarmak olmuştur (West, 2016: 92). Bahsi geçen “materyalizmin deli gömleği” ifadesi; eleştiriyi devre dışı bırakan radikalliği, kapitalizmin çöküşü için proletaryaya verilen öncü rolü, tarihsel sürecin öngörüldüğü çelişik bir diyalektik algıyı ve üst yapının tamamen alt yapı ile belirlendiğine dair dogmatik düşünceyi bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenlerle ve bir bakıma Marx’ın revizyonu denilebilecek bu girişim, yeni bir epistemoloji tesisinin girişimi olarak da okunabilir. Bu yeni epistemolojik sistem ile toplumun açmazları politik, sosyolojik, tarihsel, psikolojik, felsefi ve kültürel boyutlarda ele alınarak; toplum içindeki bireyin kendi kendisiyle, başka bireylerle, nesnelerle ve doğayla kurmuş olduğu tahakküm ilişkisinin yapısal açıdan dönüştürülmesi ve özgür bir toplum tasarısının ortaya konulması amaçlanmıştır (Odabaş, 2018: 214). Bu gaye Eleştirel Teori’nin sosyoloji, tarih, felsefe, psikanaliz, sanat, iktisat, bilim, politika ve ekonomi gibi birçok çalışma alanına uzanıyor olmasını etkili bir biçimde açıklamaktadır.

“Materyalizmin deli gömleği”: Diyalektik Materyalizmin politik temsili.
https://www.kostebek-kolektif.org/diyalektik-materyalizmin-mini-politik-tarihi-mustafa-cemal/

Eleştirinin İki Ayağı: Aydınlanma ve Modernite

Eleştirel Teori’nin, eleştirilerinin yöneldiği kaynakları Aydınlanma ve Modernite olarak iki başlıkta toparlamak mümkündür. Aydınlanma eleştirisi, mitik tasavvur ve Aydınlanmacı tasavvur arasındaki ilişki açısından, araç-amaç olarak akıl kavramı açısından, devamında pragmatizme yol açan pozitivist epistemolojik kabuldeki özne-nesne ilişkisinin “şeyleştirici” etkisi açısından, “özdeşleştirici” düşünme biçiminin handikapları açısından değerlendirilmektedir. Modernite eleştirisi ise Aydınlanma ile bağıntılı olarak daha çok üretim ve tüketim dengeleri açısından yapılan analizlerle ortaya atılan eleştirileri kapsamaktadır. Yine araçsal akılla bağıntılı olarak rasyonalizasyon süreçlerinin irrasyonelleştirerek özgürlük yitimine nasıl yol açtığı kültür endüstrisi kavramı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Nihayetinde eleştirinin iki ayağı kategorik bir ayrım değil tamamen pedagojik bir ayrım olarak bütünsel okunmalı ve karşılıklı bağlantılar gözden kaçırılmamalıdır. Aydınlanma, Avrupa’da 17. Yüzyılın ikinci yarısından 19. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar etkisini sürdürmüş çok boyutlu bir toplumsal hareket olarak tanımlanabilir. Bu hareketin belirgin özellikleri; doğaüstü olanın doğal olanla, Tanrısal buyruğun doğa yasalarıyla, dinsel olanın bilimsel olanla ve din adamlarının da filozoflarla yer değiştirmesidir.  Aynı zamanda bu dönem deneyin rehberliğindeki araçsal aklın sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümünde yüceltilmesiyle karakterizedir. Bu yüceltme beraberinde insanlığın ilerlemesine ve gelişimine duyulan mutlak inancı pekiştirmiştir (Odabaş, 2018: 221). Ancak başlangıçta idealize edilen insan her ne kadar kusursuz ve arzulanır olsa da bu tarihsel sürecin devamında işler beklendiği kadar kusursuz işlememiştir.

Aydınlanma Çağı ve aklın önderliği: Mitsel tasavvurların terki.
https://onculanalitikfelsefe.com/akil-cagi-felsefe-sozlugu/

Aydınlanmanın bu masum görünen ilke ve prensipleri Eleştirel Teori düşünürlerinden Adorno ve Horkheimer tarafından Aydınlanmanın Diyalektiği (2010) adlı metinde analiz edilmiş, yola çıkılan ilkelerin varılan sonuç ile oluşturduğu tezat açığa çıkarılmıştır. Metnin önsözünde bu eseri kaleme alma amaçlarının “insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamak (Adorno ve Horkheimer, 2010: 10)” olduğunu belirterek tersine doğru dönen bir sürece işaret etmişlerdir. Eserde, Aydınlanma kavramının kendisine yönelik, eserin geri kalan kısmı için kuramsal bir temel niteliğinde olan iki sav ortaya atılmaktadır: 1- Mitolojiden kurtulmayı ilke edinen Aydınlanma mitin bizzat kendisidir. 2- Aydınlanma mitolojiye geri dönmüştür (Adorno ve Horkheimer, 2010: 16). Sonuç olarak metinde Aydınlanma ile aşılmaya çalışılan mitolojik tasavvurların yerine ikame edilen aydınlanmacı tasavvurlara işaret edilmiştir: Aşılmaya çalışılan ögeler aşılmamış bilakis bu ögelerin sadece içeriği aydınlanmacı tasavvurlarla değiştirilmiştir. Aydınlanma mitsel olanı aşmak yerine sadece kendini mitsel olanın yerine koymuştur.

Eleştirel Teori’nin ve özellikle Adorno ve Horkheimer’in üzerinde durduğu ikinci husus akıl kavramıdır. Tarihsel olarak akla, Antik Yunan’dan beri nesnel ve öznel olmak üzere iki biçimde anlam yüklenmiştir. Platon, Aristoteles, Skolastikler ve Alman İdealistleri aklı nesnel anlamı ile ele almışlardır. Bu nedenle her şeyin ölçütü tek tek özneler değil evrensel olan akıldan hareketle çıkarsanmaktadır. Aklın böylesi bir anlamı söz konusu olduğunda üzerinde ısrarla durulan şey, araçlardan ziyade amaçlar olacaktır (Becermen, 2016: 473). Fakat Aydınlanma ile birlikte akla duyulmuş olan sarsılmaz güven nihayetinde aklın araçsallaşmasının önünü açmış ve onu ilk anlamından yani amaçsallığından uzaklaştırmıştır. Bu durum insan aklının kendisi dışındaki her şeyi metalaştırarak algılamasını sağlayan kompleks bir sürecin ardından, kendisini de metalaşmış olarak bulması biçiminde ifade edilebilir. Daha öz bir ifadeyle her şeyi metalaştıran insan aklı kendini de metalaştırır. Dahası bu metalaştırma, pozitivist bilgi görüşünden ve bunu besleyen pragmatizmden kaynaklanan; her şeyi hesaplanabilir nicelikler olarak, kar-zarar ve işe yararlılık perspektifinden görmenin bir sonucu olarak görülür.

Amaç ve araç olarak aklın iki tasavvuru: Apollon ve Dionysos
https://serbestiyet.com/yazarlar/marksizm-ve-ahlak-sorunu-1-apollon-dionysos-ve-nazim-hikmet-8530/

Horkheimer, Akıl Tutulması (2018) adlı eserinde, sıradan bir insanın akıl kavramı ile ne anladığı sorusunun değerlendirmesini yapar. Bu sorunun muhatabı genelde akla uygun davranışları mümkün kılan kuvvetler olarak “akıl; sınıflandırma, çıkarsama ve tümden gelme yeteneğidir” cevabını verecektir. İşte Horkheimer’e göre bu tür akıl, araçlar ve amaçlarla ilgili olduğu için öznel akıl olarak ifade edilebilir. Bu akıl, başta ulaşmak için belirlenmiş amaçlar için kullanılacak olan araçların yeterli olup olmadığıyla ilgilenir. Çünkü akıl, kısa bir zaman önce olduğu gibi nesnel olan dünyada yani insanlar arası ve toplumsal ilişkilerde, kurumlarda ve doğada var olan bütünsellikte değil sadece bireyin zihnindedir. Öznel akıl sadece olasılıkları hesaplayan, belli amaçlar doğrultusunda bu amaçlar için araç toplayan bir mekanizmaya dönüşmüştür (Horkheimer, 2018: 59-61). Anlam birliğinin bozulmasıyla birlikte akıl tek bir yönü olan araçsallığına hapsolmuştur.

Aklın öznel ve nesnel kullanımı arasında bir karşıtlık söz konusu olmamakla birlikte tarih boyunca her ikisi de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sorun ise günümüzde, öznel aklın, nesnel akla tamamen hâkim olmasıdır. Öznel aklın hâkimiyeti aklı araçsallaştırmış ve bu araçsallaştırma anlam yitimini beraberinde getirmiştir. Horkheimer, araçsal aklın beslendiği iki kaynak olarak pozitivizm ve pragmatizme değinir. Her iki kaynak da etkililiği ve işlevselliği referans alır; kendi başına anlamlılık söz konusu değildir ve anlamın bizzat kendisi ‘şey’leşir. Anlamın şeyleşmesi, onun yerini eşyanın, veya işlevlerin alması olarak da ifade edilebilir. Pozitivizm ve pragmatizm ise Sanayi Devrimi sonrasındaki seri üretimle başlayan mekanikleşme süreciyle bağıntılı olarak gelişim gösteren akımlardır.

Nihayetinde bu iki düşünme biçimi de bilgi ve varlıkta indirgeyiciliğin, yani özne nesne ilişkisi içinde zihnin özdeşleştirici bir düşünme biçimine teslim oluşunun ifadesidir. Eleştirel Teori düşünürleri pozitivistlerin anladığı şekliyle özne-nesne ayrımına dayanarak bilgiyi dış gerçekliğin zihindeki bir yansıması olarak görmemektedir. Bu kavrayışla beraber dış dünya, insanın tüm faaliyetlerinden bağımsız bir varlık kazanarak olayların yüzeysel görünüşleriyle yine bu olayların özleri arasındaki ayrımı ortadan kaldırır (Odabaş, 2018: 225). Sonuç olarak bilgi ve dünya arasında bir denklik ilişkisi kuran pozitivizmin aksine Eleştirel Teori bilgideki bu ayrımı reddetmektedir.

Özdeşleştirici düşünmede kopula (-dir, -dır), “bu böyledir, başka türlü değil” der. Yukarıdan aşağıya kopulanın görsel temsili.
https://ozgurkurtulus.com.tr/medya-ve-simgesel-iktidar/

Adorno özdeşleştirici düşünme kavramını, Hegel ve Marks’ı eleştirmek için ortaya koyduğu negatif diyalektik kavramıyla temellendirmektedir. Adorno negatif diyalektik kavramı ile Hegel ve Marks’ın belirli bir sonuçla noktalanan öngörülü diyalektik sürecini tersine çevirir ve öngörülemezliğin, diyalektik kavramının bir özniteliği olduğuna işaret ederek özdeşliği diyalektik kavramı üzerinden okur:

“Özdeşlikte kopula, “bu böyledir, başka türlü değil” der. Kopulanın “kendisi için” olduğu sentez eylemi, onun başka türlü olamayacağını gösterir -yani başka bir edim yerine getirilemez. Adorno istemenin her bir sentezde özdeş olmaya çalıştığını belirtir. Diyalektik çelişki yalnızca “dir” değildir; buradaki “dir” söylenmek istenenin dışında konuşulmayacağını dile getirir. Ancak diyalektik farklı olmaya çalışır” (Becermen, 2016: 486).

Görüldüğü gibi Adorno diyalektik aşamalardan biri olarak sentezi, özdeşleştirici düşüncenin gerçekleştirildiği bir aşama olarak kaydeder. Çünkü diyalektik sürecin zorunlu kıldığı sentez, farklılıkları ve çelişkileri tek bir potada eriterek eşitlemeye yönelik özdeşleştirici düşünümün bir tetikleyicisi veya pekiştiricisidir. Her özdeşleştirici ifade kendisi dışındaki her şeyi olanaksız kıldığı için teorideki bu determinasyonun pratikte insan istemlerine yansıyacağı fikrinden yola çıkan Adorno, tikeli dışlayan ve tümelin tahakkümünü olanaklı kılan özdeşleştirici düşünmenin toplumsal platformda bireysel özerkliği de hedef aldığına işaret eder. Belirlenenin dışına çıkamama, yani toplumsal ve bireysel boyutta özgür olamama durumu; pozitivist ve pragmatist bilgi anlayışındaki özdeşleştirme unsuruyla temellenmektedir denilebilir. Eleştirinin Modernite kanalında ise sorunlar bir bakıma teorik formundan çıkarılarak pratik alanda tartışılmıştır. Diğer bir ifadeyle üretim ve tüketim bağıntısına ilişkin problemler politik izdüşümleri çerçevesinde ifade edilmiştir. Esasında Modernite, Aydınlanma sonrasında eskiden yeniye bir geçiş olarak ortaya çıkmış çok boyutlu bir değişim sürecidir (Özel ve Mumyakmaz, 2018: 66). Adorno ve Horkheimer’in de dediği gibi “Dünya gerçekten bir daha yaratılmıştır” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 37). Aydınlanma ilkeleri ışığında toplumlar kitlelere[1], şahsi bireyler atomize bireylere[2], ekonomi temelli tüketim hedonik temelli tüketime dönüşmüş/dönüştürülmüştür.

Fordist üretim ve Modern Zamanlar
https://metinakgun.wordpress.com/2019/12/18/modern-zamanlar-uzerine/

Fordist seri üretimin ardından değişen üretim biçimi ve dolayısıyla ilişkileri, Modernitenin özü olarak nitelendirilebilecek olan tüketim biçimlerini de değiştirmiştir. Tüketim biçimlerindeki bu değişme ise diğer üstyapı kanallarını dönüşüme uğratmıştır. Post endüstriyel dönemle beraber tüketim alışkanlıkları temel ihtiyaçları aşarak, bireyin toplumsal kimliğini, boş zamanını, değer anlayışını da kapsayacak biçimde genişlemiştir (Özel ve Mumyakmaz, 2018: 66). İhtiyaca dayalı ekonomik tüketimin hazza dayalı hedonik tüketime dönüşmesi, tüketilen nesnenin fiziksel bir anlam ifade etmekten uzaklaşıp kültürel bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Satın alınan nesne ile kültürün bir potada kaynaşması ise kapitalist bir sistem tarafından değer pazarı haline getirilerek kitlelere sunulmuştur. Bu raddeden itibaren kültürel değerler alma ve satma işlemlerinin işleyişini denetleyen yeni bir denetmen olarak yapaylaştırılmıştır.

“Ne de olsa herkes biliyor bu aydınların hangi cep romanlarını, basmakalıp filmleri, dizi halinde yayımlanan, ailelere yönelik televizyon programlarını, her derde bir çare köşelerini ve fal sütunlarını savunduklarını. Onlara göre tüm bunlar zararsızdır ve her ne kadar yaratılmış da olsa bir talebe karşılık verdikleri için demokratik bile sayılırlar. Aynı zamanda insanlara türlü türlü faydası olduğuna, mesela bilginin, hayat derslerinin, gerilimi azaltıcı davranış biçimlerinin yayılmasını sağladığına da dikkat çekerler. Ama halkın nasıl politik anlamda güdümlü bir biçimde bilgilendiğini araştıran her sosyolojik araştırmanın gösterdiği gibi, yayılan bilgi sınırlı ve vasattır. Üstelik kültür endüstrisinin verdiği malzemeden çıkarılacak dersler mantıksız, banal ya da kötülüğe yönelticidir ve davranış modelleri de utanmazlık derecesinde uygitsincidir” (Adorno, 2003: 4).

Kültür, toplumsal yapıyı ve bireyi belirleyen doğal bir nitelikteyken yayılma şekli ve üretim yerindeki değişim sonucunda yapay bir nitelik kazanmıştır. Çalışan, üreten geniş halk kitleleri tarafından üretilen ve yukarı, ekonomik gücü elinde tutan sınıflara doğru yükselen bir yayılıma sahip olan kültür, artık yukarıdaki tekellerce üretilip alt tabakada bulunan kitlelere doğru yayılan bir forma bürünmüştür. Eleştirel Teori düşünürleri tarafından kültür endüstrisi olarak adlandırılan bu yeni formda kitlelerin üreticisi olduğu kültür, kitlelerin tüketicisi olduğu bir kültüre dönüşmüştür (Yurdigül ve Batur,  2015: 98).

Kültür Endüstrisi: Doğal bir yapı olarak tabandan hiyerarşinin üstüne doğru gelişmesi gereken kültür, adeta Fordist üretimde olduğu gibi seri bir biçimde ve hiyerarşinin üstünden aşağıya doğru üretilmekteydi. https://pazarlamailetisimi.com/tek-boyutlu-toplum-kultur-endustrisi/

Sonuç

Eleştirel Kuram, Marksist Kuramı çıkış noktası olarak alan fakat kuramda problem olarak beliren noktaları aşmaya çalışarak bir nevi onu revize etmeyi hedefleyen bir düşünce geleneğidir. Birçok alandan beslenen bu geleneğin eleştirilerini, Aydınlanma eleştirileri ve Modernite eleştirileri olarak iki başlıkta toparlamak mümkündür. Aydınlanma 17-19. yüzyıllar arasında Avrupa’da etkili olmuş çok boyutlu bir toplumsal harekettir. Aklın, ilerlemenin özgürlüğün sıkça vurgulandığı bu hareket mitik olandan kurtuluşu vadederken Eleştirel Teori düşünürlerine göre bu rasyonel süreç tersine işlemeye başlayarak irrasyonelleşmiş ve Aydınlanmanın bizzat kendisi mit haline gelmiştir. Aydınlanma eleştirisi ile hedeflenen şey aklın araçsallaşmasına dikkat çekmektir. Eleştirel Teori düşünürleri aklın araçsallaşmasını besleyen iki kaynak olarak pozitivizme ve pragmatizme işaret etmektedir. Bu ise özdeşleştirici düşünmeyi meydana getiren unsurdur. Özdeşleştirici düşünmede farklılıklar dışlanır ve özne dışarıdan belirlenmiş sınırlarda kalmaya zorlanır. Birlik, tahakkümü ve kontrolü kolaylaştırır. Teorik boyuttaki özdeşleştirici düşünme, pratikte modern kitlelerce temsil edilir. Bu iki boyut birbirleriyle bağlantılı olarak tahakkümün olanaklarını açarlar. Modernite ise Aydınlanma sonrasında eskiden yeniye bir geçiş olarak, toplumda meydana gelen çok boyutlu bir değişim sürecidir. Moderniteyle birlikte toplumlar kitlelerle, şahsi bireyler atomize bireylerle, ekonomi temelli tüketim hedonik temelli tüketimle yer değiştirmiştir. Kapitalist sistemde Fordist üretime bağlı olarak yine aynı hızda bir tüketim biçimi başlamış ve tüketim bu doğrultuda anlamını yitirmiştir. Kültür kavramı bu üretim tüketim ilişkisi içerisine taşınarak halktan doğal olarak üretilip üst sınıflara doğru taşınan bir hüviyetten, üst sınıflar tarafından yaratılıp çıkarlar doğrultusunda alt tabakaya indirilen yapay bir hüviyete kavuşmuştur. Kültür endüstrisi olarak adlandırılan bu sistemde, kültür ve endüstri arasındaki ilişki üretimdeki serilik ve tektiplilik açısından kurulmuştur. Kültürün endüstrileşmesi beraberinde arzuların da denetimini getirmiş, nihayetinde Aydınlanmanın vadettiklerinin aksine; düşünmeyen, konformistbir kitle; arzuları denetlenen, köleleştirilmiş, şahsiyetlerini kaybetmiş atomize bireyler ve hedonik tüketmenin buyruk edinildiği bir sistem doğmuştur. Eleştirel Teori düşünürleri Aydınlanma ve Moderniteyi üst sınıfların amaçları doğrultusunda her şeyin araçlaştığı bir tablo olarak okumuşlardır.


[1] Kitleleşme toplumdaki çoksesliliğe karşıt olarak tektipliliğin ifadesidir.

[2] Atomize birey, şahsi bireyin aksine toplumdan yalıtık, işlevsiz olan bireyi ifade eder. Bu anlamda toplumun bireyi şahsi birey iken kitlenin bireyi atomize bireydir.


Kaynakça

  • Odabaş, U. K. (2018). Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Teori Üzerine. Dört Öge, 14, 211-233.
  • Yurdigül, Y., Yurdigül, A. ve Batur, M. (2015). Frankfurt Okulu’nda Birey ve Toplum: İnsanın Şeyleşmesi ve Kültürün Metalaşması Üzerine Eleştirel Okumalar. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 19, 97-110.
  • Özel, F.B., Mumyakmaz, A. (2018). Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’da Modern İnsan ve Tüketim İdeolojisi. Akademik Hassasiyetler, 10, 61-82.
  • Adorno, W.T. (2003). Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken. (Çev. Bülent O. Doğan). Cogito, 36, 76-85
  • Adorno, W.T. ve Horkheimer, M.(2010). Aydınlanmanın Diyalektiği. (Çev. Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan). İstanbul: Kabalcı Yayınları
  • Horkheimer, M. (2018). Akıl Tutulması. (Çev. Orhan Koçak). İstanbul: Metis Yayınları
  • Becermen, M. (2016). Theodor W. Adorno. Çüçen, K. (ed.), Felsefe Tarihi 3: 20. Yüzyıl Filozofları içinde (481-511). Bursa: Sentez Yayınları West, D. (2016). Kıta Avrupası Felsefesine Giriş. (Çev. Ahmet Cevizci ve Hüsamettin Arslan). İstanbul: Paradigma Yayıncılık
Şeyma Cengiz
Şeyma Cengiz
Ben Şeyma Cengiz. Lisansımı ve yüksek lisansımı Felsefe bölümünde tamamladım. İlgi duyduğum konular çok geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Kendi alanım dışında Sosyoloji, Psikoloji, ve Edebiyat da ilgi duyduğum alanlar arasındadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz