Yaşamın Temel Problemi: Can Sıkıntısı

-

EDİTÖR:
Meliha Çakır

-

“Yılgınım uykudan, gizli bir dehşetle çevrili,
Nereye götürdüğü bilinmez bir çukur gibi;
Sonsuzluktur gördüğüm her bir pencerede ancak,
Ve ruhum hep böyle bir baş dönmesinin tuttuğu
Nasıl kıskanmasın hiçlikteki duygusuzluğu
Ah! Sayılardan, Varlıklardan hiç kurtulamamak!”
(Baudelaire, 1862, p.142)

Bir rüya gördüğünüzü ve rüyanızda karşıda kendinizin olduğunu ve bu diğer kendinizin sürekli size doğru yürüdüğünü düşünün. Başlangıçta enteresan hatta heyecan verici gelecektir elbette. Fakat süre uzadıkça ve insan kendi gözlerinin içine bakmaya, kendi çizgilerini analiz etmeye ve detayları ele almaya başladıkça durum olumlu duygulardan nötr hislere doğru kayacaktır. Süre uzadıkça ve bu yürüyüş devam ettikçe kişi artık kaygı ve stres duyacak, sıkılmaya başlayacaktır. Buradaki sıkıntı derinden gelen, kişinin kendindeki “can sıkıntısı” olarak duracaktır önünde. Nitekim can sıkıntısı da kişi kendiyle baş başa kalmadan ve kendi iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkmadan yaşanmaz. Burada durumun bilinçli veya bilinçsiz olmasının bir önemi yoktur. Bu deneyim bir kısa devre ile veya farkında bir yöneliş ile yaşanabilir.

Peki çoğu insanın yaşadığı bu can sıkıntısı ne anlama gelmektedir?

Kavramsal karşılığını ortaya koymaya kalktığımızda bu derin hissin tanımı onu bir çerçeve içinde sıkıştıracak da olsa şöyle bir sözle ifade edebiliriz: Can sıkıntısı, insanın istencinin bağlanabilecek bir nesneden yoksun olmasıdır. Kitlesel bir kavram olarak ortaya çıkışı modernitenin doğuşuyla birlikte başlamış olsa da antik döneme ve Roma’ya kadar her çağda düşünceye konu olduğunu farklı şekillerde tanımlanarak yorumlandığını görüyoruz.

Esasen can sıkıntısın ortaya çıkabilmesi için gerekli iki durum vardır. Bunlardan ilki insanın doğa ile uyumsuzluğu ikincisi ise insanın insan ile uyumsuzluğudur. Özellikle modernizmin doğuşunu ve günümüze kadar gelen süreci değerlendirirsek insan doğadan yeterince kopmuş ve uyumsuzdur. Böyle bir durumda anlamsızlığa kapılır ve artık ona hiçbir şey yapılmaya değer gelmez. Bu nedenle can sıkıntısı ile çaresizlik ve kaygı da gelir.

Bizler içerisinde hâli hazırda pek çok anlam olan bir dünyaya geliriz ancak buradaki anlamların hiçbirini biz katmış değilizdir. Bu devamlı değişir, artar, azalır, entegre olur veya yaratılır ancak kişi reelde hayatın bir anlamı olmadığını keşfettiğinde ya da bu yapaylığı fark ettiğinde bir zihinsel şok gerçekleşir. Böylece anlamsızlık ile gelen can sıkıntısı başlar.  İstenç nesnesiz kalır ve eylem kapasitesi askıya alınır. Eylemsizlik direksiyona geçer. Buradan çıkabilmek için haz odaklı eylemlere yapay bir istekle yönelme durumu söz konusu olabilir. Bu durum sorunları askıya alabilir. Buradan hareketle Kierkegaard’ın insanların yaşamak için “estetikçi, ahlakçı veya dindar” olmayı seçmeleri üzerinde duralım. Estetikçiler önce kişisel haz ve acıyı önemserler. Daima dinamik ve ilginç bir hayatı arzularlar. Ona göre bu kişiler tüm bu dinamizm içerisinde kendilerine odaklanmayı atlarlar. Bencilce yaşarlar ve başkaları konusunda gamsız hareket ederler. Bu nedenle onların can sıkıntısı ruhsal eksikliklerinin bir sonucudur. Özellikle Roma’da ve Orta Çağ’da soyluların sıradan halka göre daha fazla boş zamanının olması onları daha çok can sıkıntısına itmiş olabilir. Çünkü pek çok düşünüre göre kendiyle baş başa kalmak insan için sıkıntının temelini oluşturur. Bu nedenle av partileri, saray ziyafetleri, sanat organizasyonları, tiyatro şenlikleri vb. etkinliklerin özellikle zengin ve burjuva kesim arasında bir “oyalanma” ihtiyacı olarak ortaya çıktığı düşünülebilir. Hatta Roma’da adına “panem et circenses” (ekmek ve oyunlar) imparatorların halkın mutlu etmenin yolunun yeterli yiyecek ve eğlenceden geçtiğini düşünmeleri üzerine işsizleri oyalamak amaçlı eğlenceler düzenlemesi ve bu eğlencelerde ekmek dağıtılması gibi uygulamalar görülmüştür. Yani parola şöyledir: Karın doyur, oyala ve yönetmeyi sürdür.

“Onlara ekmek ver ve eğlendir. Böylece asla isyan etmezler.”

Moderniyetle gelen çekirdek aile, kişisel odalar, kişisel alan gibi unsurlar kişileri kendileriyle daha fazla baş başa kalmaya ve anlam/anlamsızlık denizine dalmaya itmiştir. Modernitede artık yalnızca soyluların veya vakti çok olanların değil, herkesin canı sıkılabilir. Burada modern insan öncelikle Kierkegaard’ın da söyleminde olduğu gibi estetikçi yaşam tarzını benimsemeyi seçiyor. Yani haz üretimi bağlamında can sıkıntısından sıyrılma eğilimi gösteriyor. Buna karşılık hedonist zevklerle doyurulmaya çalışılırken can sıkıntısı ise aşılmak şöyle dursun, giderek derinleşiyor. Doğayla uyumsuz ve anlamsız insan kendini fazlalık olarak hissetmeye başlıyor ve yalnızca kendi fazlalığını unutmak üzerine bir yaşam kurabilir hâle geliyor.  Burada da toplumun ürettiği çerçeveye dahil olma durumunda kalıyor ve bu kabul görme ile toplumla bütünleşiyor. Bugün hedonist açıdan moda, sosyal medya platformları, sinema, spor salonu aktiviteleri vb. etkinlikler de Orta Çağ’ın aktivitelerinin modern versiyonları olarak görülebilir. Bu araçlar ve toplumla bütünleşen ve kendini adeta bu intihara sürükleyen insan başkalarının hakikatlerine uymaya çalışır. Postmodern bir kimliğe bürünen kişinin yazgısı “toplumsal olana” dönüşür. Peki can sıkıntısını her şeyi yeniden anlamlandırmak için bir fırsat olarak değerlendiremez miyiz? Can sıkıntısını aşmak üzere haz deneyimleri dışında neler yapabiliriz? Fakat asıl soru şu: Can sıkıntısı aşılmak zorunda mıdır?

Toplumda sıkışmış ve sonsuz can sıkıntısı döngüsünde sürekli aynı hisse kapılan insan, yani haz deneyimleri arasında yeniden zihinsel şok yaşayıp yeniden topluma entegre olan sonra yeniden ve sürekli başa dönen insan için sıkıntı özünde varoluşsal bir problemdir ve bu durum yeni değerler üretmeye çalışmadan atlatılamaz. Burada aşmaktan bahsetmiyorum çünkü can sıkıntısı aşılabilecek değil ancak bir sonraki şok dalgası gelinceye kadar atlatılabilecek bir yaşantıdır. O hâlde can sıkıntısı ve daha derin bir durum olan varoluşsal sıkıntıyı atlatabilmek için Nietzsche’nin üst insan tanımında olduğunu gibi her gün yeni bir değer üretmek gerekir. İnsan yaşamının bir içeriği olmadıkça ona katlanamaz. Bu içeriği hâli hazırda var olandan almak veya bu yeniden üretimi sağlamak onun elindedir. İnsan yaşamına dair en büyük “anlam” da bu “anlamsızlık” eksenindeki anlam arayışıdır. Bu kolay ve herkesin yapabileceği bir şey değildir. Bengi dönüşte anlaşılması gereken temel nokta da aslında budur ve burada Amor Fati (kaderini sev) öğretisine yaklaşan insan ne oyalanmaya ne körü körüne öğretilere bağlı kalmaya gerek duymadan yaşamını anlamsızlıklara rağmen ya da onların üstesinden gelerek değil, onlarla sürdürmeyi başarabilir.

Can Sıkıntısına Dair Felsefî Yorumlar

Antik dönemden günümüze kadar pek çok düşünür de can sıkıntısı durumuna gerek sözlerinde gerekse kurgu metinlerinde sıkça yer vermiştir.

Antik dönemde “Süleyman” olarak bilinen Kohelet (Vaiz), Eccleisiastos adlı eserinde “taedium viate” (hayattan bezginlik) olarak bu kavrama geniş yer ayırmıştır. Ona göre yaşam bir tekrardan ibaretti. “Önceden ne olduysa yine o olacak, Güneşin altında yeni bir şey yok.” (Vaiz) Bu nedenle can sıkıntısına çözüm olmayacağını ama güzel yaşamanın tercih edilmesi gerektiğini öğütler. Çözüm olmasa da böylelikle yaşanan zamanda hayatı biraz da olsa yaşanabilir kılarız.

Seneca’ya göre sıkılma olgusunda iki önemli unsur vardır. Bir yanda huzursuzluk diğer yanda ise motivasyonsuzluk. İşin, kendisiyle meşgul olanlara sağladığı memnuniyet tükendiğinde kişi dört duvara dayanamaz ve kendi başına olmaktan hoşnut olmaz. Bu da sıkıntıyı ve kişinin boş zamanlara dayanma güçsüzlüğünü gerektirir. İnsanlık bu nedenle farklı yerleri keşfetmeye, oradan oraya gitmeye girişir. Kendilerini birbiri ardına maceralara atarlar. Yaşamdan bıktıklarında da şöyle düşünürler: “Bu devamlı aynılığa daha ne kadar dayanacağım?”

Erken Modern Çağ’da ise “oyalanma”, Pascal’ın düşüncelerinde hâkim bir tema olarak karşımıza çıkar. İnsanlar sessizlikle huzur içinde yaşayamazlar, kendi kendilerine duramazlar ve bu nedenle dikkatlerini dağıtıp oyalanacak bir şeyler ararlar. Bu oyalanmalar gerçekten işe yaramaz olduğundan insanlar kendilerini sürekli bu benzer ve hiçlik içerisindeki döngüde bulurlar. Pascal’a göre sıkıntı, Tanrı’yı tanımayan insanın doğal hâlidir. Tanrı ile ilişkili bir yaşam ruhun boşluğunu doldurur ve insana acı veren huzursuzluğu ortadan kaldırır.

Kant’a göre ise sıkıntı, tembel ve yapacak işi olmayanlara musallat olur. Onun önerdiği çare de eğlencelere katılmak ve uğraşlar edinmektir. Sadece aylaklık edip bir uğraşı olmayan kişiler gün sonunda huzuru bulamazlar. Yani oyalanma huzur getirir, boş durmak ise hem zaman kaybı hem de huzursuzluk kaynağıdır.

Arthur Shopenhauer

19. Yüzyıl’a gelindiğinde sıkıntıyı felsefesinin merkezi hâline getiren düşünür Alman filozof Arthur Schopenhauer olmuştur. Onun sıkıntıyı ele alış biçiminde birkaç nokta öne çıkar. Sıkıntıyı belirli bir nesne olmaksızın duyulan uysal bir özlem olarak tanımlar. Sıkıntının varoluşun değersizliği hissi olduğunu düşünür. Hatta sıkıntı varlığın değersizliğinin bir kanıtıdır. Eğer hayatın gerçekten bir değeri olsaydı o zaman sıkıntı duyulmazdı. Sadece hayatta olmak bile bizi mutlu ederdi.

Schopenhauer için sıkılmaya meyilli olmayı da bir zekâ göstergesi olarak ele alır. Hayvanların çok az sıkıntı yaşadığını düşünür. İnsanlar zekâları doğrultusunda sıkıntıya karşı hazır bulunuşluk içindelerdir.  Zeki bir insanın ilgisini çekmesi için dünya zengin ve çok boyutlu bir yer olmalıdır ama gerçek dünya buna sahip değildir. 

Can sıkıntısını felsefesinde önemli bir yere oturtan bir diğer filozof da Soren Kierkegaard’dır. Onun sıkıntı anlayışı, bu hissin tüm gerçekliğe nüfuz eden bir hiçlik olduğudur. Kierkegaard buna şeytani panteizm adını verir, şeytanidir çünkü boştur, panteizmdir çünkü her yere yayılmıştır. Yaşama tutunmak için heyecan ve arzu önemli olmakla birlikte Kiekegaard’a göre sıkılmak da doğuştan getirilen durumdur. Sıkıntıyı gidermek için kimi aşırı çalışmaya kimi de eğlenceye yönelir. Aşırı çalışmak can sıkıntısını gidermez. (Karaağaç, 2023)

Martin Heidegger

Martin Heidegger, can sıkıntısına farklı bir yorum getirerek bir şeyden sıkılmak ile kendini bir şeyle sıkmak arasında ayrım yapar. Ona göre ikincisi sıkıntının daha temel ve pratik şeklidir. Hatta sıkıntının daha derin bir biçimidir. Normalde sürekli kişiyledir ancak uykudadır. O bunu uyandırmak ister. Heidegger sıkıntıyı uyandırmayı, onun günlük oyalanmalar ve yüzeysel uğraşlarla uyuklamasına tercih eder. İnsan uykuda olmayı sever. Dikkatinin dağılmasından ve ilginin sürekli nesne değiştirmesinden hoşlanır.  Peki neden özellikle de böyle iç karartıcı ve boş bir ruh hali için uyanmak istesin ki insan? Çünkü aslında sıkıntı, şeylerden anlam yanılsamasını kaldırarak onları oldukları gibi açığa çıkarır: anlamsızlık ve yokluk/hiçlik. Bu illüzyonun yok edilmesinde ve açığa çıkan temelde bir gerekçe vardır. Sıkıntı zihni derin görüş için hazırlar. Dasein’ın varlığı, tam da söylenen anlamda kendisine gerçekleştirilmeyi bekleyen bir ödev olarak sunulmuştur. Bu ödev “hayatın anlamı” olarak adlandırılabilirse eğer, sıkıntı, söz konusu anlamın ortaya koymakta olduğu sorumluluğun yerine getirilememesinden kaynaklı kökensel bir haletiruhiye (Grundstimmung) olarak karşımıza çıkar. (Günok,2016)

Svendsen şöyle ifade etmektedir:”Heidegger sıkıntılı bir ruh hâlini uyandırarak zamanın ve varlığın anlamına ulaşabilecek duruma geleceğimize inanır. Heidegger için sıkıntı ayrıcalıklı bir haldir çünkü bizi doğrudan zamanın ve varlığın oldukça karmaşık sorununa götürür.” (Svendsen, 2008)


Kaynakça

  • Baudelaire, Charles. (2019). Kötülük Çiçekleri. İstanbul. Türkiye İş Bankası Yayınları
  • Borgna, E. (2014). Melankoli, (M. M. Çilingiroğlu, Çev). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
  • Günok, Emrah. (2016). Heidegger Felsefesinde Zamansallığın Göstereni Olarak Sıkıntı Kavramı. Kilikya Felsefe Dergisi 2. ss. 16-38.
  • Karaağaç, O. (2023). Søren Kierkegaard ve Albert Camus’da Varoluşsal Kabulleniş/Ret. Ekev Akademi Dergisi (Özel Sayı), 482-498.
  • O’Brien, Wendell. (2021, Temmuz 03). “Sıkıntı: Batı’nın Felsefi Bakış Açıları Tarihi”, (İ. Oltan, Çev.) Sosyal Bilimler. https://sosyalbilimler.org/sikinti-bati-felsefe-tarihi
  • Schopenhauer, Arthur. (2005). İsteme ve Tasarım Olarak Dünya. İstanbul. Biblos Kitapevi Yayınları
  • Svendsen, L. F. H., & Erşen, M. (2008). Sıkıntı’nın felsefesi. Bağlam Yayınları.
  • Tilburg, W. M. (2020, Ağustos, 21). Leprosy of the soul? A brief history of boredom. The Conversation. https://theconversation.com/leprosy-of-the-soul-a-brief-history-of-boredom-144754
Meftun Eda Cebeci
Meftun Eda Cebeci
Anlamın izinde mürit olmaya dair.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz