Ölüm Nedir?
Tıpta ölüm; “yaşamın sona ermesi”, “kişiye canlılık niteliğini kazandıran fonksiyonların ortadan kalkması”, “canlılık niteliklerinin geriye dönmeyecek şekilde kaybı” ve günümüzde en yaygın kabul edilen şekliyle; kişiye canlılık niteliğini kazandıran dolaşım, solunum ve sinir sistemi fonksiyonlarının kendi başına çalışmalarının durması ve ancak bir takım yapay araçlarla bu fonksiyonların tekrar faaliyete getirildiğinde kendi başına çalışmaya gücü olmaması hâli olarak tanımlanabilir. (Özderin, 2006)
Felsefi Açıdan Ölüm; Ölümü felsefi olarak tanımlarsak; Homeros, bir kara buluta benzetmişti ölümü. Shakespeare uyumak, belki de düş görmek, Melih Cevdet Anday, deniz kıyılarındaki rüzgarlar ya da dağ yollarındaki kurumuş çeşmelerin ablak yalakları, Yahya Kemal Bayatlı, son seferine çıkan sessiz bir gemi olarak tanımlamıştı ölümü… Ölüm, materyalistlere göre bir son, maddenin şekil değiştirmesi, reenkarnasyona inananlara göre, yeni bir yaşamın başlangıcı, tek ya da bazı çok tanrılı dinlere inananlara göre, farklı bir dünyaya ilk adım atıştır. (Özderin, 2006)
Levinas’a göre de ölüm, “geri dönüşü olmayan tek yolculuk/mesafe olduğu için, insanlar açısından kaçınılmaz bir sonuç ve problem doğurmaktadır. Ölüm; bozulmadır, yanıt yokluğudur… çıkıp gitmedir, hedefi bilinmeyen bir olumsuzluktur, verisi olmayan bir soru, salt bir soru işaretidir… Krizdir, skandaldır, sonluluk ve olumsuzluktur… Hiçbir yanıtın mümkün olmadığı bir sorudur… zamanın kesintisiz akışı içerisinde bir varlığın süresinin bitmesidir, sonudur.” (Levinas,200, p. 16-41)
Bauman’ın deyişiyle bu son, aynı zamanda “varlığa karşı bir meydan okuma, anlamlı varoluşun sıcak fakat daracık yuvasında-anlamsızlığın sonsuzluğuna açılan-kapatılamayan bir penceredir… Ölüm, telafi edilmez… çaresiz… geriye çevrilmez… iptal edilmez… fesih ya da tedavi edilmez… dönüşü olmayan noktadır… Her şeyin sonudur. Ölüm ‘bilinmezin’ ta kendisidir; bütün diğer bilinmezlerin içinde tamamen ve hakikaten bilinmez olan tek şeydir. (Bauman, 2020, p.28-42)
Bazı insanlar, son derece basit ve sade bir yaklaşım içinde bulunarak ölüme, yaşamın antitezi, yani hayatın sonlanması olarak bakmışlardır. Antik Yunan filozofu Epikuros’un öncülük ettiği bu yaklaşım, yok oluşu, kaderimiz olarak kabullenmeyi ve bu dünyada ölüm kaygısından uzak bir hayatı yaşamayı öğütlemiştir.
Kutsal Kitaplarda Ölüm Olgusu
Kur’an: Ölüm kelimesinin Kur’an’daki terim anlamı şudur: Ölüm, yaşam kuvvetinin yok olması ve canın bedenden çıkıp hayatın sona ermesidir. Ölüm sancıları içinde kıvrandığında-bacaklar bacaklara dolaştığında (burada iltifat kelimesi kullanılır ve iltifat bir araya gelmek-toplanmak anlamındadır) Yani, ölümle karşı karşıya kalan kişi, dünyadan veda ederken bir taraftan onun sıkıntısını çeker, diğer taraftan da ahirete ilk adımını atacağından orada olacak şeylerden dolayı büyük bir sıkıntı hisseder. Böylece dünyada olan bir ayağı ile ahirete attığı diğer ayağı birbirine dolaşmış olur. (Erten, 2011)
Ölüm aynı zamanda bu dünyadan öteki dünyaya geçiş olarak ele alınır. Ruhun bedenden ayrılmasının nasıl olacağına dair ise tam ve detaylı bir anlatım yoktur. Ancak Allah’ın lütfu ile ahiret yaşantısına geçiş ve bir yeniden yaratım durumu var. Ankebut suresi 57. Ayette de dile getirildiği gibi her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz ifadesi bu durumun en güzel örneklerindendir. (Ankebut, 57)
Ölüm olgusu ile ilgili Kur’an’da geçen ayetlerden birkaç örnek ise şu şekildedir;
Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz. (Bakara, 154)
De ki: “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm şüphesiz ki sizi yakalayacaktır. *Sonra da görünmeyeni de görüneni de bilen * (Allah)’a döndürüleceksiniz ve yaptıklarınızı size bildirecektir.” (Cuma, 8)
Ölüm sarhoşluğu gerçeği getirir; (insana) “İşte bu, senin kaçtığın şeydir!” (denir). (Kâf, 19)
O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. Kudreti dâimâ üstün gelen ve günahları çok bağışlayan yalnız O’dur. (Mülk, 2)
Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyâmet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir. (Âl-i İmran, 185)
Tevrat; Kur’an’da olduğu gibi Tevrat’ta da ölüm ile gelen bir yokluk bulunmuyor. Ölüler diyarı (şeol), ölülerin gittiği yer anlamında pek çok defa kullanılan bir ifade geçiyor. Ahiret ile ilgili söylemler, ölüm ve diriliş tasvirleri yani sonradan diriltmek üzere ölüm vurgusu bulunuyor. Yehova’nın kuru kemikleri bile canlandırma yetisinin olduğuna dair ifadeler var. Ölüm ve ahiret olgularına yönelik bazı ayetler ise şu şekilde;
“Çünkü sen canımı ölüler diyarına terk etmezsin; Mukaddesini çürüme görmeye bırakmazsın.” (Mezmurlar, 16/10)
Neden doğarken ölmedim, rahimden çıkarken son soluğumu vermedim? Neden beni dizler, emeyim diye memeler karşıladı? Çünkü şimdi huzur içinde yatmış, uyuyup dinlenmiş olurdum; yaptırdıkları kentler şimdi viran olan Dünya kralları ve danışmanlarıyla birlikte, evlerini gümüşle dolduran altın sahibi önderlerle birlikte. Neden düşük bir çocuk gibi, gün yüzü görmemiş yavrular gibi toprağa gömülmedim? Orada kötüler kargaşayı bırakır, yorgunlar rahat eder. Tutsaklar huzur içinde yaşar, angaryacının sesini duymazlar. Küçük de büyük de oradadır, köle efendisinden özgürdür. “Niçin sıkıntı çekenlere ışık, acı içindekilere yaşam verilir? Oysa onlar gelmeyen ölümü özler, onu define arar gibi ararlar; mezara kavuşunca neşeden coşar, sevinç bulurlar. Neden yaşam verilir nereye gideceğini bilmeyen insana, çevresini Tanrı’nın çitle çevirdiği kişiye? Çünkü iniltim ekmekten önce geliyor, su gibi dökülmekte feryadım. Korktuğum, çekindiğim başıma geldi. Huzur yok, sükûnet yok, rahat yok, yalnız kargaşa var. (Eyüp 11/26)
“Rab öldürür de diriltir de,
Ölüler diyarına indirir ve çıkarır.
Kimini yoksul, kimini varsıl kılar;
Kimini alçaltır, kimini yükseltir. ” (Samuel 2:6-7)
İncil; Kutsal Kitap’ta ölümün yaşam döngüsünün ayrılmaz bir parçası olduğu gayet nettir ve bu döngü aslında Tanrı’nın yaratılışının mükemmelliği karşısında bir engel olarak değil; ancak mükemmel bir yaratılışın önemli bir unsuru olarak göze çarpmaktadır. Tanrı Adem’i yani insanları aslında ölümlü yaratmıştır. Ancak Tanrı’yla ilişkisine dayalı, yaşam ağacına bağlı bir ölümsüzlük durumu mevcuttu. Aslında Adem’in iki seçeneği vardı, ya iyiyi yaratan Tanrı’nın bilgeliğine güvenip Onunla birlikte imana ve kutsallığa dayalı sonsuz bir yaşam sürecekti; ya kendi bilgeliğinin ardından gidip Tanrı’yla ilişkisini kesip sınırlı, ölümlü bir yaşam seçecekti. Adem ve Havva maalesef ikincisini tercih ettiler ve Aden bahçesinden, yaşam ağacından uzaklaştırıldılar. Bu durum tüm insanlığı etkilemiştir.Günahla birlikte insanın kutsal olan Tanrı’yla bağı kopmuştur. Tanrı bu kopan ilişkiyi onarmak için İsa Mesih ile planını uygular. İsa Mesih yeryüzündeki hizmetinde insanları Tanrı’nın egemenliğine davet eder ve sonsuz yaşam vaat eder: Tanrı İsa Mesih’te yeryüzüne gelip insanların günahları için çarmıha gerilir ve günahların sonuçlarını üstüne alır. Günahsız, kutsal olan İsa Mesih’in çarmıhtaki ölümüyle birlikte insanın günahları ve kötü sonuçları aklanır, temizlenir. İsa Mesih’in ölümünden 3 gün sonra dirilmesi de diriliş umudunu ve sonsuz yaşam vaadine sıkıca tutunmayı beraberinde getirir. İsa Mesih’in kurtuluşuna iman, Aden bahçesini ve yaşam ağacını insanlara geri verir.
İncil’de yer alan ve ölüm anlatılarına birkaç örnek verelim;
“Çünkü yaşayanlar öleceğini biliyor.” (Vaiz 9:5, Eski Antlaşma)
“RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. Ona, ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu, ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” (Yaratılış 2:15-17, Eski Antlaşma)
Tanrı bizi yaptıklarımıza göre değil, kendi amacına ve lütfuna göre kurtarıp kutsal bir yaşama çağırdı. Bu lütuf bize zamanın başlangıcından önce Mesih İsa’da bağışlanmış, şimdi de O’nun gelişiyle açığa çıkarılmıştır. Kurtarıcımız Mesih İsa ölümü etkisiz kılmış, yaşamı ve ölümsüzlüğü Müjde aracılığıyla ışığa çıkarmıştır. (Timoteos 1:9-10)
Antik Yunan Düşüncesinde Ölüm
Epikuros’a göre ölüm duygulardan yoksun olma halidir. Fragmanlarında bu düşüncenin devamında asıl felsefesini şu şekilde dile getiriyor:
Ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesine kendini alıştır; çünkü iyilik ve kötülük duyularla vardır, ölüm ise duygulardan yoksun olmadır. Böylece, ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesi, ki doğrusu da budur, ölümlü yaşamı keyifli kılar, ona sonsuz bir zaman ekleyerek değil, ölümsüzlük özlemini ortadan kaldırarak… Ölüm geldiği zaman acı verecek diye değil de düşüncesi acı veriyor diye ölümden korktuğunu söyleyen saçmalamış olur. Çünkü gerçekleştiğinde bir kötülüğü dokunmayan şeyi ya dokunursa diye beklemek, boşuna üzülmektir… Biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz yokuz ama bilge ne yaşamaktan vazgeçer ne de yaşamamaktan korkar; çünkü ne yaşamak ona ağır gelir ne de yaşamamayı bir kötülük olarak görür. (Laertios, 2007, p.517)
Platon, genel olarak ölümü bir değişim, ruhun başka bir yere göçmesi olarak ele almıştır. Rüya bile görülemeyecek kadar derin uykuya dalınan bir geceye benzettiği ölüm hakkında kazanç ifadesini kullanır. Bir şeyi saf hâliyle bilmenin yolunun bedenden değil, ruhtan geçtiğini düşündüğü için ölümle birlikte ruhun bedenden ayrılmasının yaşarken kavuşulamayan bir şeye yani aklı başındalığa ölümle kavuşulabileceğini düşünür. Bu nedenle gerçekten hakkını vererek felsefe yapanların da ölmek için uğraşacaklarını, insanlar arasında ölümden en az korkanların da onlar olduğunu söyler.
Aristoteles‘in bakışında her şeyden önce, ruh artık bedene dışarıdan eklenen, ölüm anında bedenden ayrılan bağımsız bir töz değil, bedenin sahip olduğu yaşamsal ya da biyolojik yetilerin toplamıdır. Ruhun bedenin biçimi, bedenin ruhun maddesi olmasının ya da bedenle ruhun madde-biçimsel bir bütün oluşturmasının anlamı budur. Başka bir deyişle, ruh bedenin yapabildiklerinden başka bir şey değildir.
Ölüm Aristoteles’e göre ruhla bedenin birbirinden ayrılması, ruhun bedensiz bir varoluşa başlaması değil, ruhun ve bedenin aynı anda yok olmasıdır. Öldükten sonra geriye ne ruh kalır ne beden.Ruh bedenin gerçekleşmesi olarak tanımlandığı ölçüde ruhun ölümle birlikte bedenden ayrılmasından ya da bedensiz varoluşundan söz etmek saçma hale gelir. Ruh ancak bedenle birlikte ve beden var olduğu sürece varlığını sürdürebilir. Kendisinden önceki pek çok düşünürde ortaya çıkan uyku-ölüm metaforunun aksine ölüm Aristoteles için süreç değil andır: canlının (ruhun ve bedenin) yok olduğu an. Böylelikle hem ruhsal hem bedensel bir süreç olan uykuyla ruhun ve bedenin yok olduğu an olan ölüm arasındaki metaforik bağ kopmuş olur. Uyku artık ölüme benzemez.
Antik Roma’da Ölüme Bakış
Seneca, düşüncelerinde ölüm korkusu üzerine bir bakış açısı geliştirmiştir. Önce yaşamanın ölüme kıyasla başlı başına iyi olmadığını, önemli olanın iyi yaşamak olduğuna değinmiş, ardından erken ya da geç ölmenin önemsizliğini vurgulamıştır. Ona göre önemli olan iyi ya da kötü ölmektir. Ölüm korkusu üzerinden ölmenin aptalca bir şey olduğunu söyler. İnsana karşısına çıkan olayların üstüne gitmesini, ne ölümün insanı acıya karşı güçlü yapacağını ne de acının ölüme karşı kişiye güç vereceğini dile getirir. Her ikisine karşı da insan kendine güvenmeli acıya katlanmalı ve ölümü beklemelidir.
Cicero, her şeyin dünyaya gelişle başladığı gibi ölümle sona ereceğini düşünür. Bu nedenle de doğarken bir şey getirmediğimiz gibi ölürken de bir şey götürmeyeceğiz, der. Ölümün bir yokluk olduğunu, canlıya ise dokunamayacağını söyler. Ölümü uykuya benzetmek onu hafife almaktır ve onun şükran duyularak, sevinçle karşılanması gereken bir yönü olduğunu, bir hapishaneden kurtulmak gibi bir özgürleştiricilik taşıdığını dile getirir.
Marcus Aurelius, ölümü doğanın herhangi bir işi olarak görür. Onun doğayla uyumlu olduğunu ve ondan korkanların ancak birer çocuk olabileceklerini söyler. Evrenin öğelerinden her birinin sürekli birbirine dönüşmesinde korkutucu hiçbir şey yoktur. Bu doğaya uygundur ve doğaya uygun olan hiçbir şey kötü olamaz. İnsanın ölümle birlikte ne geçmişi ne de geleceği kaybedebileceğini çünkü sahip olunan tek anın şimdiki zaman olduğunu, insan yaşamının sınırlı, varlığının akışkan, eğiliminin belirsiz ve bedeninin çürümeye yatkın olduğunu vurgular. Ona göre yalnızca hayatın her gün geçip gittiğini, daha az bir parçasının kaldığını düşünmemiz gerekir. Oysa insanların çoğu ölüm korkusuyla yaşar, dünyaya dair her şeyin, varlığımızın ve kimliğimizin bile bir sonu vardır, her şey unutulup gidecektir.
Marcus Aurelius’un Düşünceler’inden birkaç alıntı yapmak gerekirse şunları ekleyebiliriz: “O halde sadece ölüme her an daha da yaklaştığımız için değil, aynı zamanda olan biteni kav-rama ve her şeyle yakından ilgilenme yetimizi anbean yitirdiğimiz için de acele etmeliyiz.” (Aurelius, 2023, p. 28)
Ölüm, bizi duyguların yanılgısından, kukla gibi yönlendiren dürtülerden, düşüncenin aşırılığından ve bedene uşaklıktan arındırır. Ölen bir şey evrenin dışına çıkmaz, burada kalır, dönüşür ve seninle evrenin de temeli olan ilk öğelerine ayrışır. Bu öğeler de dönüşür sıraları gelince, ancak şikâyet etmezler.
Orta Çağ Düşüncesinde Ölüm Kavramı
Farabî, nefsin bedenden önce var olmadığını, bedenden ayrılarak bir cesetten başkasına geçmediğini ve beden öldükten sonra ruh için mutluluk ya da mutsuzluk gibi kavramların var olduğunu söyler. Adaletin bir gereği ve zorunluluğu olarak her ruh layık olduğu mutluluk veya mutsuzluğa kavuşacaktır. Farabi’ye göre, erdemli insan, ölüm karşısında dirayetle durur. Ölümün gerçekleşmesiyle, kendisine hiçbir kötülüğün asla ulaşamayacağı ve ölüm anına kadar kendisine gelmiş olan iyiliğin kendisiyle beraber olduğunu ve ölümle kendisinden ayrılmayacağını düşünür. Bu yüzden erdemli kişi, mutluluğu artırmaya aracı olan iyi fiilleri gittikçe daha da çoğaltmak için hayatta kalmayı sever. Ölümden korkanlar bilgisiz şehirlerin halkıdır.
Thomas Aquinas, ruhun zihin ve irade gibi güçleri bulunduğunu ve beden yok olduktan sonra da bunların ruhta kalmak zorunda olduklarını söyler. Ruh ölümsüzdür, bedenin yok oluşundan sonra da varlığını sürdürebilir. Ancak ruh artık beden olmadığı için bundan sonra eksik bir şekilde kendini sürdürecektir. Eksik olacak olsa da ölümsüz olan ruhun bozulmazlığı, tekrar bir hayatın olacağı anlamına gelir. Aquinas’a göre yaşamsal faaliyet de bedensel olmaktan ziyade akılsaldır.
İbnü’l Arabî, oldukça fazla sayıda yaptığı ölüm tanımlamaları bakımından kendi düşüncesine kendisi ışık tutan bir düşünürdür. Onun ölüm olgusuna yaklaşımına dair düşünlerine şu şekilde örnekler verebiliriz;
“Ölüm hayatın ortadan kaldırılması değil, ölüm valinin azlidir. ” (Fütühat 4:289)
“Ölüm ruhlarımızın bedenleri yönetmekten ayrılmasıdır. ” (Fütuhat 2:351)
“Ölüm, dünya konağından ahiret menziline intikaldir, canlılığın ortadan kalması değildir. Ölüm, özel bir tarzda intikalden ibarettir. ” (Fütuhat 4:290)
“Ölüm içindeki şeylerle birlikte gelmiştir. Ölüm şehri boşaltır ve ruh ve cesedi ayrıştırır, her şeyi aslına gönderir. Böylece ölüm, bedeni aslı olan toprağa katar ve ruh ile yükselir”. (Fütuhat 4:381)
Yeni Çağ ve Sonrasında Ölümün Felsefi Yorumları
Descartes, ölümün hararet ve hareketin yitirilmesi olduğunu söylemiş, hararetin kesilmesi ve vücudun hareketine yarayan uzuvlar işlemediği için insanın öldüğünü yani ruhun bedeni terk ettiğini söyler. Ona göre ölüm asla ruhun kabahati yüzünden değil, vücudun başlıca bölümlerinden birinin harap olması yüzünden meydana gelmektedir. Ölü bir insan ile yaşayan insan arasındaki fark da bir makinenin, otomatın bozulmasına benzer. Ölüm ile birlikte hareketin temel prensibi bozulmuştur.
Spinoza’nın Ethica’da yer alan “…burada kaydetmek gerekir ki, benim anladığım tarzda, Bedenin kısımları arasında münasebet, başka bir hareket ve sükûn münasebeti kurulmaya elverişli bir biçim aldığı zaman Bedenin ölümü meydana gelir.” (Spinoza, 2011, p. 229) önermesinden onun ölümü canlının hareket-hareketsizlik oranının tamamen bozulması ve edilgin durumda kalması olarak tanımladığı anlaşılmaktadır. (Merkit, 2020) Ölümden bahsederken Spinoza’nın ölüm tanımlarından ziyade ölüm korkusu üzerinde durduğu görülür. Ethica’nın İnsanın Esareti ya da Duyguların Kuvveti adlı bölümünde yer alan “insan yaşamak, varlığını korumak ister; bundan
dolayı, hiçbir şeyi ölümden daha az düşünmez, onun bilgeliği hayat hakkında bir derin düşüncedir.” (Spinoza, 2011, p. 249) önermesi Spinoza’nın ölüm hakkındaki en belirgin ve en açık önermesidir.
Montaigne, insanın doğuşunun nasıl onun için her şeyin doğuşuysa ölümünün de onun için her şeyin ölümü olduğunu söyler. Bu durumda yüz sene daha yaşamayacak olmak ve yüz sene önce yaşamamış olmak arasında fark yoktur. İki durum için de ağlamak ve dövünmek yersizdir. O, ölümün tabiatın bir isteği olduğunu vurguluyor ve ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı hayattan ölüme geçerken de duymamamız gerektiğini söylüyor. Ölmek, yaradılışımızın bir şartıdır, mayamızda vardır. Tadını çıkardığımız bu var olma durumunda ölümün de payı vardır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarız. Ölüm, yaşarken de ölüyken de bir kötülük ifade etmez. Kimse vaktinden önce ölmüş sayılmaz, çünkü ona göre ne geçmiş ne de gelecek zaman insana aittir. Bu nedenle ölümle kaybedilen bir şey yoktur. İnsan yalnızca yaşadığı andadır.
Kierkegaard’a göre yaşamın son eylemi olan ölüm tamamen varoluşsal bir eylemdir. İnsanın ölümü düşünmesi hayatı düşünmesi, yemesi, içmesi, yürümesi, uyuması gibi bir eylemdir. Ölüm de insanın varoluşuyla birlikte aynı eksendedir. (Aydoğdu, 2026) Bu apaçıklığa rağmen yaşamı onlardan birine indirgemek yaşam için bir ikilemdir. İnsanın ikilem içinde kalmasının nedeni ise hayat ve ölüme ontolojik bir bakışla bakamamasıdır. Ölüm de hayat kadar ontolojik bir zorunluluktur, varoluşsal bir bedeldir (Büyükdüvenci, 1999, p. 41). Bu yüzden Kierkegaard’ın felsefesinde hayat ve ölümün birbirlerine karşı bir önceliği yoktur. Çünkü ölüm bir son değil hayata bir geçiş yoludur. Bu geçiş ise aslında hakikatin tecelli etmesidir. (Aydoğdu, 2016) Ona göre ölümün karşısında iş insanın kendini anlamasından geçiyor. Ölüm gece ise yaşam gündüzdür ve gece hiçbir iş yapılamıyorsa gündüz tüm işlerimizi halletmeliyiz.
Schopenhauer, insanın sahip olduğu doğal bilince uygun olarak en fazla ölümden korktuğunu söyler. Yalnızca kendi ölümünden değil, yakınlarının ölümünden de dehşet duyan insan bunu bencilce bir acıyla değil, derin bir merhametle yapar. Ona göre doğanın dilinde ölüm mahvolmak demektir. Ölüm ciddi bir şeydir ve hayatla oyun oynanmaz. Doğan herkes ölüm korkusunu da bu dünyaya beraberinde getirir ve aslında bu ölüm korkusu yaşama iradesinin diğer yüzüdür. Hepimiz yaşama iradesiyle doluyuzdur ve varlığımın özü de budur. Schopenhauer, henüz varlığa kavuşmadığımız geçmiş zaman hakkında dehşete kapılmadığımıza göre ölümden sonraki durum hakkında da hayıflanmamamız gerektiğini söyler. Buradan yola çıkarak da insanın kendini ölüm konusunda teselli edebilmesi için doğumdan önce geçen sonsuz zamandan dolayı var olmamaya alışık olduğunu ve bu durumun ölümden sonraki sonsuzlukla kıyaslandığında da tıpkı onun gibi korkunç olmayacağını düşünmesi gerektiğini vurgular. Dolayısıyla ölüm yalnızca bilinçle ilgili bir şeydir ve onunla bilinç kaybolmaktaysa da bilinci ortaya çıkartan ve devamını sağlayan şey yok olmaktadır: Yaşam sona erse de onda kendini tezahür eden yaşamın ilkesi yok olmamaktadır. (Schopenhauer, 2020)
Nietzsche’ye göre ölüm, yalnızca kişinin yaşamının sona erme şeklidir. Ölümden korkmak yersizdir. Ölümden sonra başka bir dünyada başka bir yaşamın devam edeceğine inanmak aslında ölüme inanmamak demektir. Bu nedenle bu tür bir inanış Nietzsche’ye göre çelişkilidir. Ayrıca bu dünyadaki yaşamın öbür dünyada ödül veya ceza ile karşılık bulacağı inancı insanları ölüm korkusuna hapsetmiş ve bu dünyadaki yaşamı esarete dönüştürmüştür. Nietzsche, bu durumu şu sözlerle eleştirmiştir: “Ufukta kesin ölümün görünmesi, her yaşama değerli, güzel kokan bir kaygısızlık damlası karıştırabilirdi – oysa siz harika eczacı-ruhlar, bunu kötü kokan bir zehir damlası haline getirdiniz, tüm yaşamı iğrenç kılan!” (Merkit, 2020)
Ona göre ahiret inancı insanların ölümden korkmasına, ölümden sonraki yaşamın kaygısını taşımalarına neden olmuştur. Kendisini bir ödül veya cezanın beklediğine inanan insanların bu dünyadaki yaşamı değersizleşmiştir. Nietzsche, bu nokta ölüme en doğru bakış açısına sahip olanların Antik Yunanlılar olduğunu söyler. Çünkü onlara göre ölüm ve acı insan varoluşunun birer parçasıdır ve onlar bu olguları sanat yoluyla aşmışlardır. Onun düşüncesinde de ölüm, artık var olmamak değil, yaşamın tamamlayıcı bir yönüdür.
Nietzsche için en iyi ölüm, yetkinliğe ulaşan insanın ölümüdür. Yetkinliğe ulaşan insan için ölmek bir zafer kazanmak gibidir. Bu nedenle insan vakti geldiğinde yani doğru zamanda ölmeyi öğrenmelidir. Doğru zaman insanın yetkinleştiği, Üstün-insan olma hedefini gerçekleştirdiği zamandır. İnsan en yetkin olduğu anda ölmesini bilmelidir. Ona göre insan, tadı en iyi olduğu zaman başkalarına yem olmaya son verebilmelidir. Nietzsche’nin “özgür ölüm” öğretisiyle kastettiği “tamamlayıcı bir ölüm” anlayışıdır. Tamamlayıcı ölüm, değer yaratma çabasıyla geçen ve efendi ahlakıyla yaşanan bir hayatı sona erdiren ölümdür. Bu tür bir ölüm, yaşam şenliğinin bir parçasıdır ve ondan korkmak için hiçbir neden yoktur. (Merkit, 2020) Bu nedenle savaşta ölmeyi yüceltir ve ruhu feda etmenin önemine değinir; yaşamını riske atan yaşamı küçümsemiş olmaz, aksine daha büyük bir güç için risk almak yaşamı yüceltmek demektir. İnsanın ölümünde ruhunun ve erdemlerinin parlaması gerektiğini, kişinin ölümünün insanlığa hakaret olmaması gerektiğini söyleyerek öğütler verir.
Heidegger’de ölümü anlamak için Dasein ile bağlantı kurmak gerekir. Dasein, içinde bulunduğu her anın son olması olasılığı içerisinde fırlatılmış ve atılmış bir varlıktır. (Karakaya, 2003) Bu bağlamda onun varlığı ölüme-doğru-oluş’tur. Dünyaya atılmış bir varlık olmak demek de ölüm-için-varlık demektir. Yani varoluş ölümden ayrılamaz. Heidegger, Varlık ve Zaman’da ölüm kavramı aracılığıyla Dasein’ın anlamına ilişkin kavrayıştan, var olmanın anlamına ilişkin bir kavrayışa geçmektedir. İşte tam da bu noktada ölüm, insansal varlığın varoluşunun en uç sınır olanağı olarak varoluşun anlam ve değerini belirleyen varoluşsal- hermenötik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki insan ölüme yönelik kavrayışıyla kendi varoluşsal olanaklarını ele geçirmekte ve ontolojik yapısının gerçek anlamına ilişkin varoluşsal otantik bir yoruma ulaşmaktadır. Böylece Heidegger’e göre kendi varlığının anlamını kavrama konusunda hep eksik veya geç kalan Dasein, kendi yaşamının bütünselliğini sorgulama ve otantik varoluş tarzında açığa çıkarma olanağına sahiptir. (Polat, 2017) Onun için varlık zamandır. Yani varlığa anlam veren şey bizim zamansal varoluşumuzdur. Kişinin ölüme doğru yaşıyor olduğunu bilmesi, ilgilerini, isteklerini ve çevreyle olan ilişkilerini etkiler.
Heidegger’e göre ölüm-için-varlık düşüncesi bizi bilinçlendirmekte, yönlendirmekte bunun ötesinde yeni bir hayata itmektedir. Çünkü ölümlü-varlık veya ölümle yüzleşme düşüncesi ve kaygısı Dasein’ın dünya-içinde-varlık olmasını sağlar. Varoluşsal imkânlar bakımından ölüm kaygıda kendini bulur ve temellenir. Kendisi aşılamaz bir fenomen olan ölümün kendisiyle tüm olanaklar biter. Dolayısıyla Dasein’ın burada oluşunun her anı, her dakikası ölümle biçimlenir ve şekillenir. Çünkü ölüm, yaşamı birlik ve bütünlük haline getirmekte, yaşama anlam vererek etkinliğini ve önemini daha da pekiştirmektedir. (Akarsu,1994)
Bu anlamda ölmek insan hayatının bitişidir. Daha özgün anlamda ölümü veya ölümde-var olmayı bilmektir. Kısaca insanlar ölümlüdür. Çünkü sadece bizler bu bağlantıyı kurar ve kendimizi ölümlü bir varlık olarak biliriz. Kısaca Heidegger’e göre ölüm olayı bizim için olasılıkları açıklayan dünyanın gerçeğidir. Bu oluşum kendi kendimizi ve kim olduğumuzu anlamamıza yardım eden önemli bir etkendir. Olasılıklar etrafımızdaki diğer varlıklara ve dünyaya bağlıdır. (Karakaya, 2003)
Sartre, öncelikle ölümün sahip olduğu saçma (absürt) niteliğine vurgu yapmak gerektiğini söylemektedir. Dünyada olmanın da ölmenin de bir nedeni yoktur. Ölüm yaşamda aniden belirir ve insana olanaksızlıklar getirir. Ona göre ölüm hiçbir zaman bir olanak değildir. Ölüm yalnızca insanda oluşan bir bulantı olgusudur. Heidegger’in aksine Sartre için ölüm, insanın olanağı değil olgusallığın sınır durumlarından biridir. (Polat, 2017)
“Ölüm, tıpkı doğum gibi salt bir olgudur; bize dışarıdan gelir ve bizi dışarıda dönüştürür. Temelde, doğumdan hiçbir biçimde ayrılmaz olan ve olgusallık diye adlandırdığımız şey de doğumun ve ölümün özdeşliğidir” (Sartre, 2013, p. 678). Kendinde Varlığın nedensiz ve açıklanamaz oluşu gibi ölüm de mantıken izah edilemez dışsal bir olgudur ve bu nedenle saçmadır. Ölümün saçma yapısının bir diğer nedeni ise Sartre’a göre, tamamen rastlantısal bir son olmasından kaynaklıdır. (Polat, 2017)
Özgürlük kavramı Sartre’ın felsefesinde ön plâna çıkan temel unsurlardan biridir ve insanın yeri, geçmişi, etrafı, hemcinsi ve ölümü özgürlük tarafından aydınlatılır. Buradan yola çıkarak tüm bunların içerisinde ölümün insan gerçekliğinin sınırı olduğunu söyler. İnsan, aynı zamanda bu özgürlük ile ölümünden de sorumlu hâle gelir. Bunun nedeni ise ölümün kişinin kendi yaşamını sonlandırıyor olması yani sonluluk vasfıdır.
Sartre bir yandan ölüme her an gelecekmişçesine hazırlanmayı öğüt veren ve bu nedenle de onun başkalaştırılmasına sebep olan Hıristiyanlığı da burada eleştirir. Çünkü ona göre özel bir ölümü beklemek mümkündür ama ölümü beklemek mümkün değildir. Bu anlayışını sözlerle dile getirir:
Kısacası benim ölümümün hiçbir kişileştirici özelliği yoktur. Tam tersine, ölümüm ancak öznelliğin perspektifi içinde yer alırsam benim ölümüm haline gelir; ölümümü yeri doldurulmaz bir öznel yapan, düşünüm-öncesi cogito tarafından tanımlanan öznelliğimdir, yoksa kendi-içinime yeri doldurulmaz kendiliği kazandıracak olan ölüm değildir. (Sartre,2011, p. 666)
Albert Camus için ölümle olan ilişkimiz, saçmanın da bilincimizde ve yaşantımızda ortaya çıkışının merkezinde yer alır. Yapıtlarının çoğunda ölüm teması geçmektedir. Tersi ve Yüzü’nde yaşam ve ölümün karşıtlığının diyalektik ilişkisini, Caligua’da ölümsüzlük isteğinin tasvirini, Düğün’de Cezayir tabiatının yaşama bağladığı dinamizm ve ölümün sıradanlığını, Düşüş’te ölümle yüzleşmenin korkunçluğunu, Sisifos Söyleni’nde intiharı, Veba’da toplu ölümün karşısındaki çaresizliği, Yabancı’da kendisinin-başkasının ölümü ve ölüm cezasının saçmayı ortaya çıkarışını, Başkaldıran İnsan’da ölüme karşı uyumsuzun zaferini görürüz. (Erduvan, 2020)
Camus, kendi yaşantısında da sık sık ölüm hakkında düşünmüş hatta bir trafik kazasında ölmekten korktuğunu dile getirmiştir. Bu noktada bir trafik kazası ile yaşamının sonlanmış olması da kayda değer bir durumdur. O, dünya ile insan ilişkisi arasında bağın sorunlu olduğunu bu nedenle insanın yaşamının saçma (absürt) olduğunu söyler. İnsan bu saçmanın izahını yapamadıkça oluşan boşluk ile varoluş sancısı çeker. Saçma duygusu bir ayrımlaşmanın kaynaklık ettiği bir hâldir. Absürt, bilinç ile dünya arasındaki ilişkiden ziyade ilişkisizlik ya da ilişkinin kopuşu, dünya ile bilinç arasındaki uyumsuzluktur. (Gündoğan, 2011). Onun saçma kavramı üzerinden ortaya koyduğu felsefesinde ölüm de bu durumla bağlantılıdır. Ölüm ve saçma, akılsal sınırlar içinde direnişi ve çatışmayı ortaya çıkarır. Saçmanın en son ve geri döndürülemez olarak yaşandığı an ölüm anıdır. Ölüm, kabul edişin ya da ona karşı çıkışın bilinci tüm yıkıcılığıyla saçmanın en çarpıcı tecrübe hâlidir. Ölümün kendisi öylece fırlatılmış ve bırakılmış olan varlığın öylece oradan silinmesi ve bağlarının koparılmasıdır. Ölüm ile yaşam arasındaki insan Camus için ölüm ve saçmanın gerçekliğine rağmen yine de yaşamdan yana tutum sergilemelidir. (Erduvan, 2020)
Saçmanın en son ve geri döndürülemez olarak yaşandığı an ölüm anıdır. Ölüm, kabul edişin ya da ona karşı çıkışın bilinci tüm yıkıcılığıyla saçmanın en çarpıcı tecrübe hâlidir. Ölümün kendisi öylece fırlatılmış ve bırakılmış olan varlığın öylece oradan silinmesi ve bağlarının koparılmasıdır. Ölüm ile yaşam arasındaki insan Camus için ölüm ve saçmanın gerçekliğine rağmen yine de yaşamdan yana tutum sergilemelidir. (Gündoğan, 2011)
ÖLÜM YAŞAMIN NERESİNDE?
Buraya kadar aktarılan tüm düşünceler bağlamında genel bir değerlendirme yaptığımızda ölüm olgusunun insanın varoluş yolcuğunda önünde, arkasında, yanında hatta uykusunda bile hissettiği en temel olgu olduğunu söyleyebiliriz. Herkes hayatında bir defa bile olsa ölümü, ölümünü veya sevdiklerinin kaybını düşünmüştür. Ölüm belki de derin bir uyku, sessiz bir gemi, ansızın çalan sirenler, kaygı, keskin bir koku ve tüyler ürperten o en kesin ve aynı zamanda da en tahmin edilemez geliştir. Peki ölümü beklemeli miyiz? Ona alışmaya çalışmalı veya onu aşmalı mıyız? İnsanlık tarihi boyunca toplumların tutunduğu, yücelttiği, biat ettiği, bağ kurduğu ne varsa temelinde ölüme kafa tutma veya ona tutkuyla bağlı olma hâli mi vardır? Bilemiyoruz. Kolektif bir cevap vermenin arayışında bilinmezle savaşmaktansa bireysel olarak kendimize yönelmekte fayda vardır belki de. Epikuros gibi ölüm varken bizim olmayışımızın ve biz varken de ölümün olmayışının tesellisi veya Kierkegaard gibi gün bugündür, aydınlanmasının içimizde yer etmesi rehber olabilir belki. Zamandan bağımsız veya ona karşı değil, zamanla bir olduğumu hissederek, geçmişin ve geleceğin bizde, bize ait olmadığını bilerek ve Nietzsche’nin Amor Fati dediği yerden bakarak ve elbette Camus’ye, Sisifos’a göz kırparak yaşamak… “Eğer doğduğumuzda nihai sonumuz ölümse biz yaşamaya mı yoksa ölmeye mi başlıyoruz?” diye soruyor Montaigne. O hâlde çekiçle yıkıp, kendinle yeniden inşa ederken ölümle barışma zamanı gelmedi mi?
Kaynakça
- Aurelius, M., (2023). Kendime düşünceler. çev. C. Cengiz Çevik. İstanbul. Can Yayınları.
- Altunay Erduvan, F. D. (2020). Albert Camus’da Saçma ve Ölüm İlişkisi . Söylem Filoloji Dergisi , 5 (2) , 541-548 . DOI: 10.29110/soylemdergi.756146
- Aydoğdu, H. (2016). Kierkegaard ve Heidegger’de Ölümün Eksistensiyal-Ontolojik Çözümlemesi . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , (27) , 127-150 . DOI: 10.20981/kaygi.286906
- Büyükdüvenci, Sabri (1999). Ölümlerden “Ölüm” Beğen!. Düşünen Siyaset, Sayı: 4, ss. 37–46
- Duman, M. Z. (2021). Dini İnancın Ontolojik Dayanağı Olarak Ölüm Olgusu Ve Ölümün Teolojik İzahı. Paradoks Ekonomi Sosyoloji ve Politika Dergisi , 17 (2) , 81-100 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/en/pub/paradoks/issue/65860/974027
- Erten, Mevlüt . Kur’anda Ölüm Panoraması (Kıyamet Suresi 26–30. Ayetlerine Yeni Bir Bakış). Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 15 / 1 (June 2011): 193-214 .
- Gündoğan, A. O. (2011). Albert Camus Hayatı, Yapıtları, Felsefesi. Bursa. MKM Yayınevi
- Karakaya, T. (2003). Martin Heidegger felsefesinde ölüm problemi. Felsefe Dünyası, (38), 118-130.
- Kurt, B. Z. Thomas Aquinas düşüncesinde ruh ve ölümsüzlük (Master’s thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü
- Laertios, Diogenes. (2007). Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri. çev. Candan Şentuna. İstanbul. YKY.
- Merkit, 2020) (MERKİT, N. (2020). Spinoza ve Nietzsche’nin Felsefesinde Ölüm Sorunu. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, (30), 437-450.
- Ökten, K. H. (2010). Ölüm kitabı: Ölüm düşüncesinin temel metinleri. Agora Kitaplığı.
- Özderin, M. (2006). Adli Tıp Ders Notları. Adli Tıp Ders Notları, 16.
- Polat, E., & Aşkin, Z. (2017). Ölüm Kavramının Heidegger ve Sartre Felsefesindeki Yeri. Kilikya Felsefe Dergisi, (1), 42-60.
- Saruhan, M. S. (2006). İslam filozof ve düşünürlerinde ölüm korkusu ve tedavisi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 47(1), 18-36.
- Sartre, J. P. (2011). Varlık ve Hiçlik. (Çev. T. Ilgaz, G. Ç. Eksen), İstanbul: İthaki Yayınları.
- Schopenhauer, A. (2020). İsteme ve tasavvur olarak dünya. (Çev. A. Onur Aktaş), Ankara: Doğu Batı Yayınları.
- Spinoza, B. (2011). Geometrik Düzene Göre Kanıtlanmış ve Beş Bölüme Ayrılmış Olan Etika. Ankara. Dost Kitapevi Yayınları.
- Yücefer, H. (2022). Aristoteles’ ten Önce ve Aristoteles’ te Uyku-Ölüm İlişkisi. POSSEIBLE, 11(2), 88-117.