Perşembe, Ekim 31, 2024

Nasıl Yabancılaşırız?

-

EDİTÖR:
Meliha Çakır

-

Birey, yaşadığı hayat içerisinde kendisine birtakım anlamlar bulmalıdır; ya bunu yaratmalı ya da olduğu yerden çekip almalıdır. Zamanla kendi anlam dünyasını oluşturan bireyin ne ölçüde mutlu olacağı göreceli bir durumdur… Ama şunu sormak istiyorum: Neye göre anlam yaratıyoruz? Aslında, Platoncu bağlamda, kendi içimizdeki bilgiye (episteme) göre bir şeylerin değerini ölçüyoruz; yani bize göre değerli veya anlamlı olan şey, bir başkasına anlamsız/değersiz gelebilir. Diğer yandan, anlamlı olan bir şey anlamsızlaşabilir ya da tam tersi bir doğrultuda anlamsız olan bir şey anlam kazanabilir. Bu yazıda, anlamlı olanın anlamsızlaşması ve anlama karşı yabancılaşma üzerinde duracağım.

Bir soru daha: biz, kişiye mi aşık oluruz yoksa zihnimizde ona ait olan düşünceye mi? Eğer ikincisi üzerinden gidersem, burada kişinin yarattığı anlam ağır basar, yani biz kendi dünyamızda anlamlandırdığımız düşünceye aşık oluruz. Sonrasında, bu ‘aşk’ denen üç harfli kelime bittiğinde ise, yoğun duygular hissettiğimiz o kişiden uzaklaşırız, bunun altındaki sebep ise olması gereken ile olan arasındaki mesafeden kaynaklanır; dolayısıyla birey kendi anlamlarına yabancılaşır, karşı tarafa yabancılaşır ve zamanla kendisini dış dünyadan bile soyutlayabilir.

Bu durumun sebebi ise, bana göre, anlamsızlaşmadır -ama ben yazı içerisinde anlamın yabancılaşması kavramını kullanacağım-.

Anlam Yaratmak

Öncelikle şu soru ile başlamak istiyorum: Neden anlam yaratıyoruz?

Frankl’a göre, insanın anlam arayışı hayatın temel motivasyonudur. Bu anlam, bireye özgüdür ve özneldir; bu yüzden de sadece anlamlandıran tarafından karşılık bulabilir ve ancak o zaman kendi anlam istencini  tatmin eden bir varlık kazanabilir (Frankl, 2022, 105). Anlam istenci veyahut anlam yaratma istenci, Frankl’ın söylediği üzere, hayatımızın temel motivasyonu ise, bu sürüp gidecek olan bir döngüdür; bir şeye anlam yüklediğimiz zaman, o şey bizim için anlamlı ve değerli hale gelir ve böylelikle bizler hayatımızı (anlamlı bir şekilde) sürdürmeye devam ederiz. Bir şey, bizim için anlamlı ise onunla ilişkimizi sürdürürüz; bu şey, bir ilişki de olabilir, bir diyalog da, bir kitap da… Peki, bu anlamlar hep ‘anlamlı’ olarak mı kalacaktır? Maalesef, kalmıyor. Bizler değiştiğimiz için, iç dünyamızdaki anlamlar da gün geçtikçe değişime uğruyor. Anlamlı olanlar anlamsız hale geliyor, onların yerine anlamı olan başka şeyler aramaya başlıyoruz; bazen buluyoruz bazen de o anlamı ararken kendimizi kaybediyoruz. Diğer bir deyişle, yabancılaşıyoruz.

Frankl’a göre hayatın anlamını üç farklı yolla keşfedebiliriz: birincisi, bir üretimde bulunarak veya iş  yaparak; ikincisi, insanlarla etkileşimde bulunarak veya bir şeyleri deneyim ederek; üçüncüsü, acıya karşı aldığımız tavırla. İlk yol, bir kazanımdır; ikinci yol iyilik, hakikat ya da güzellik gibi bir şeyi, doğayı ve kültürü veya başka bir insanı biricikliğiyle sevmektir. Üçüncü yol ise, acı verici bir yaşantıya karşı, kişinin kendisini değiştirerek bu acıyı bir yenilgi olarak değil, başarı olarak dönüştürmesidir (Frankl, 2022, 118-119).  Bu durum, yine kişinin bakış açısıyla ilgidir; başımıza gelen bir olayı iyi yönde değerlendirmek ve dönüştürmek, bizlere anlam yaratma olanağı sunar. Bu noktada Nietzsche‘nin sözlerini hatırlamak faydalı olacaktır: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir.“ (Frankl, 2022).

 İnsanı, işini yapmaktan ve hayattan keyif almaktan alıkoyan durumlar vardır ama asla yadsınamaz olan şey ıstırabın kaçınılmazlığıdır. Cesaretli bir şekilde  acı çekmeyi göze almak, son anına kadar  hayatın anlamlı olmasını ve bu anlamın sonsuza dek korunmasını sağlar (Frankl, 2022, 199). Hayatımızda tatlı olduğu kadar acı deneyimler de ediniriz; ama önemli olan o acı içerisindeki dersi veya anlamı çıkartabilmektir. Aslında bu anlam, bulunmayı bekler; o anlamı bulduktan sonra şekillendirmek, dönüştürmek veyahut ona karşı yabancılaşmak bizim tercihimizdir.

Yabancılaşma

Osmanoğlu’nun belirttiğine göre yabancılaşma, Latince’de “yabancılaşmak, başkalaştırmak“ anlamına gelen ‘alieno‘ fiilinden türetilmiştir. Böylelikle “yabancı, başkası“ anlamında kullanılan ‘alienus‘ sıfatından Batı dillerine “alienation“ olarak geçmiştir. Yabancılaşma; anlamsızlığı, güçsüzlüğü, kültürel uzaklaşmayı ve kendine yabancılaşmayı ifade eder. Bu kavram ilk olarak Rousseau, ardından Hegel, Feuerbach ve Marx tarafından kullanılmıştır. Yabancılaşma tanımlarına bakacak olursak (Osmanoğlu,2016);

  • Hegel’in felsefesi, mutlak olan Tin’in yabancılaşması üzerine kuruludur. Hegel ‘e göre Tin, varlıkta, eksik olan eksiksiz olana doğru ilerler. Bu süreçte, eksiksiz olana gitme durumunda id (alt bilinç) kendi özüne yabancılaşır ve özne (insan) zamanla kendisini ‘düşünen bir varlık’ olarak görmemeye başlar.
  • Feuerbach’a göre, insan kendi özünü nesneleştirip bir tanrı yaratır ve onu yücelterek kölesi haline gelir, böylece insan kendi özünden uzaklaşarak yabancılaşma yaşar.
  • Marx, bireyin kapitalist düzen içerisinde bir makine parçası gibi çalışarak zamanla emeğine, ürettiğine ve kendine yabancılaştığını söyler.
  • Lukács’a göre yabancılaşma, bireylerin kendi sosyal ilişkilerini kontrol edemediği durumlarda oluşur. Bu anlamda yabancılaşma, bireyin kendi hayatı hakkında söz sahibi olamaması durumda ortaya çıkar. Ayrıca Lukács,  yabancılaşmayı toplum sözleşmesi aracılığıyla toplum içerisinde ortaya çıkan özgürlük kaybı olarak görmektedir.
  • Fromm’a göre yabancılaşma, kapitalist toplumun ekonomik düzeniyle ilgilidir. Modern endüstri toplumundaki insan “kör ekonomik güçler“in bir objesi haline gelir. Böylelikle birey, kendisini dünyanın merkezinde ve fiillerin yaratıcısı olarak görmemektedir; aksine modern endüstri toplumunda, fiiller ve bu fiillerin sonuçları insanlara hükmetmektedir. Dolayısıyla yabancılaşmış insan hem kendisinden hem de diğer insanlardan kopmuştur, kendisini kendi yaşantısının merkezi olarak görmez. Etrafındaki her şeyi bir tüketim ürünü haline getirerek benlik duygusunu yitiren yabancılaşmış insan için hayat anlamsızlaşmıştır.
  • Marcuse’ye göre, bireylerin kendilerine dayatılan varoluş ile kendilerini özdeşleştirdiklerinde, kendi öz gelişimlerini bu varoluş tarzında buldukları zaman yabancılaşma olgusallık kazanır. Beklenen veyahut buyrulan tutum ve davranışlar, kitle iletişim araçlarıyla bireylere aktarılmaktadır; giyecek-yiyecek gibi metaların bilişim ve eğlence sektörünün karşı konulamaz ürünlerini pazarlamaktadır. Bu ürünler bireylere, piyasa içerisinde birer öğreti (veya ihtiyaç) olarak koşullandırılmaktadır ve kendi yanlışına karşı bile bir bağışıklık kazandırmaktadır. Bu durum da “yanlış bir bilinç“ geliştirmektedir. Tüm bu olanların sonucunda tek boyutlu düşünce ve davranış kalıpları ortaya çıkmıştır. Eğer bireyler, kendilerine dayatılan veya benimsetilen bu yaşayışla kendilerini özdeşleştirmişlerse, yabancılaşma artık bir tür zorunluluk haline gelmiştir.

Anlamın Yabancılaşması

Marcuse’nin belirttiği gibi yabancılaşma, dayatılan bir varoluş tarzını benimsemektir. Böylelikle beklenilen tutum ve davranışlar, insanları tek boyutlu davranış düşünce ve davranış kalıplarıyla baş başa bırakmıştır (Marcuse, 1975). Bu tek boyutlu düşünce içerisinde anlam yaratmak kolay bir iş midir? Değildir nihayetinde, ama böyle bir durumda anlam yaratmanın en büyük sebebi, sisteme/kültüre/topluma yabancılaşmaktan kaynaklanır; birey beklenen davranış ve tutumlar karşısında kendisine (Yine Marcuse’nin bahsettiği gibi, zorunlu olarak) yabancılaşır, ardından ise kendi benliğini inşa edebilmek adına bir anlam yaratmaya veyahut bulmaya çalışır. Tabii, bu anlam kendisine ne kadar uyumlu olur, ona da yabancılaşır mı, bir bakalım.

Anlam konusu içerisinde yabancılaşma için elbette ki Hegel’e gitmek daha doğru olur. Küreselleşme  içerisinde birbirine benzeyen insanlar içerisinde kalan birey, kendi özüne yabancılaşabilir ve böylece etrafına karşı duyarsız hale gelebilir, bir diğer yandan özüne yabancı hale gelen kişi, Hegel’e göre  kendisini ‘düşünen bir varlık’ olarak görmediği için, kendi düşüncesiymiş gibi sığınacağı düşünceler arayıp daha fazla kaybolabilir veyahut kendi anlamlarına yabancılaşabilir… Bu bağlamda, kavrama felsefi bir anlam kazandıran ve kendi felsefesinin temel sorunlarından birisi haline getiren kişi Hegel’dir (1770-1831). Hegel’e göre, tüm yabancılaşma tarihi ve bu yabancılaşmanın tüm onarımı soyut, mutlak, kurgusal ve mantıksal düşüncenin üretiminden başka bir şey değildir(Marx, 1844 El Yazmaları, 1976).  Hegel’in felsefesinde Mutlak’ın, Tin (Geist) olarak ifade edilmesi, tamamlanmış bir bütünsellik anlamında varlığın ve gerçeğin diyalektik bir yapıya sahip olduğu anlamını taşır. Hegel’de Tin, hem kendinde-varlık (tez, doğa), hem kendi-için-varlık (antitez, insan) hem de kendinde ve kendi-için-varlıktır (sentez, hareket). Buradan çıkan sonuç ise, öznenin ve nesnenin, düşüncenin ve varlığın, doğanın ve insanın tek başına ele alındığında birer soyutlamadan ibaret olduğudur(Hyppolite, 2010, s.116). Mutlak olan sadece Töz değildir, aynı zamanda ‘Özne’dir; yani varlık, kendisini sadece doğal olarak değil aynı zamanda insan olarak da gerçekleştirmektedir (Hyppolite, 2010, s.114) Yabancılaşma ise, bütünselliği oluşturan bu iki ucun (tez-antitez) kendisini bir diğerine gerçekleştirmeleri  sürecinde oluşan bir durumdur. Bu diyalektik süreç içerisinde, anlamın kendisini gerçekleştirememesi, yine yabancılaşmaya yol açar; birey tarafından anlamlandırılan bir şey (buna özne de diyebiliriz, nesne de) eğer o anlamı taşıyamazsa veya o süreç belli bir doğrultuda ilerlemezse yine yabancılaşma yaşanır. Hegel felsefesi, mutlak Tin’in yabancılaşması üzerine kurulmuştur ve diyalektik süreç içerisinde mutlak Tin’in devinimi bir “yabancılaşma ve yabancılaşmadan kurtulma“ hareketidir (Osmanoğlu, 2016).

Anlam dünyasına yabancılaşan birey, kendisine döndüğünde yarattığı anlamları tekrar gözden geçirecektir. Hayatımızın en az bir anında bunu yaşamış olmalıyız, oturup kendimize ‘anlam yarattığı/yüklediği için’ kızdığımız ve hatta sinirlendiğimiz zamanlar olmuştur.  Bu noktada tez, biz; antitez ise anlamımız olabilir. Ortaya, bütünleştirerek bir sentez koyamadığımız  zaman ise yabancılaşma ortaya çıkmaktadır; ama benim deyimimle, yabancılaşma, özünde anlamsal bir bozulmayı içerir.

Anlamlı olan bir şeyin bir süre  sonra anlamsız hale gelmesi, aslında o ‘şey‘in taşıdığı anlama yabancılaşması değil midir? Bir şeyin anlamını yitirmesi, anlamının değişmesine benzerdir; bu açıdan bakıldığında ise yabancılaşan anlam aynı zamanda değişir. Eskiden güzel hatırladığımız hatıralar artık silik siluetlerden başka bir şey değildir, önceden mutu bir şekilde gittiğimiz mekanlar artık bizde boğulma hissi yaratabilir; elbette bazı örneklerin özünde travmalar veya kötü anılar da vardır ama benim odaklanmak istediğim nokta, anlamın değişmesi veya kişinin anlamına karşı yabancılaşmasıdır.

Kendi anlamlarımızı yaratırken bir şeyleri yitirmeyi veya bir şeylere karşı yabancılaşmayı kabullenmeliyiz. Bu durum biraz döngüseldir: anlam yaratırız, onu kaybederiz ve tekrar anlam ararken kendimizi kaybederiz ama kaybederken yeni anlamlarla kendimizi inşa ederiz. Bu noktada Beauvoir bize şu sözleri söyler (Beauvoir, 1989):

“Kendini arayan kimse yitirir, ama yitirirken de kendin bulur.“


KAYNAKÇA

Beauvoir, S. (1989). Denemeler, çev. Asım Bezirci, İstanbul, Payel Yayınevi.

Frankl, V. (2022). İnsanın Anlam Arayışı, çev. Özge Yılmaz, İstanbul: Okuyanus Yayınları.

Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, çev. Avşar Timuçin, Teoman Tunçdoğan, (İstanbul: Mey 1975).

Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar, çev. Doğan Barış Kılınç, (Ankara: Doğu Batı 2010), s. 49.

Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev. Kenan Somer, (Ankara: Sol 1976), s. 68, 244.

Osmanoğlu, Ö. (2016). Hegel’den Marcuse’ye Yabancılaşma Olgusu . Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 0 (3) , 65-92 . DOI: 10.32739/uskudarsbd.2.3.23

Aysima Hatunoğlu
Aysima Hatunoğlu
31 Ekim 1996 yılında İstanbul'da doğdum. Annemin tabirine göre, 3 yaşımda kitapların resimlerine bakarak hikayeler uydururmuşum. İlkokul yıllarımda kısa hikaye çalışmalarım oldu, kendimi bildim bileli yazı yazıyorum. Lisedeyken psikoloji alanına yöneldim ve öğretmenimin tavsiyesi üzerine Nietzsche okumaya başlamamla beraber tüm hayatım felsefeyle doldu. Bu durum belki biraz tanıdık gelebilir, insanlar genelde felsefe Nietzsche ile başlarlar, filozofumuz biraz aykırı olduğu için; ama benimkisi tavsiye üzerineydi, önce felsefesini okumaya başladım sonra da eserlerini. Lisede bana hep 'Nietzsche hatun' derlerdi, çünkü beni ne zaman görseler elimde bir Nietzsche kitabıyla dolaşırdım, bazı kavramları ve cümleleri anlamazdım, tekrar okurdum, başka kaynaklardan daha yalın anlatımlar bulup öğrenmeye çalışırdım; bugün de bu yöntemi kullanmaya devam etmekteyim. Elbette felsefeye olan ilgim Nietzsche ile sınırlı kalmadı; üniversitede sosyoloji okudum ama seçtiğim dersler doğrultusunda kendimi hep felsefe bölümü öğrencisi olarak hissediyordum, bilgimin üzerine yeni bilgiler ve yeni filozoflar ekledim, ama Nietzsche'nin yeri hep ayrı kaldı. Üniversite son sınıftayken, felsefe üzerine formasyon eğitimimi tamamladım ve P4C (çocuklarla felsefe) eğitimi aldım, atölye çalışmaları gerçekleştirdim; çocuklarla felsefe ve yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım, bu alanda da bilgiler edindim. Daha önce yazarlık deneyimimi bir sosyoloji dergisinde gerçekleştirdim ancak maddi sebeplerden dolayı dergimiz kapatıldı. Şuan felsefe öğretmeni olarak çalışıyorum, aynı zamanda sosyoloji alanında tezli yüksek lisans eğitimime devam etmekteyim. Bana göre felsefe, doğru soruları sorma pratiğidir; bu sorulara verilen cevaplar ise bakış açısına göre değişir, bu bağlamda da öznellik taşır ve yorumsaldır. Kendi sorularımı ve cevaplarımı paylaşmak için, bu kez kendimce felsefeyi yazmak için buradayım.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz