Hepimiz bazen kısa süreli bazen de uzun süre mücadele etmemizi gerektiren pek çok patolojik durumla karşılaşabiliyoruz. Bu durum tıbbın kadim tarihi için bir temel oluşturmakla beraber aynı zamanda felsefenin de insanın hastalığı ve acıyı anlamlandırma motivasyonu bakımından iki alanı birbirine yaklaştırmaktadır. Hastalık, biyolojik bir anormallik olarak görülebileceği gibi, bireyin kendi normlarına göre bir sapma olarak da değerlendirilebilir. İlk insan topluluklarından bu yana hastalığa dair yaklaşımlar, çare arayışı ve yaşamın içerisinde bir gerçek olarak hastalığın her an insanın yanı başında oluşu derin bir kültürel ve düşünsel zenginliğe zemin hazırlamıştır.
Geçmişten günümüze insan topluluklarının hastalığı ve çareyi evvela doğaüstü güçlere bağladığı bilinmektedir. Doğaüstü ile insan arasındaki ilişki çeşitli iyileştirme pratiklerinin de kökenini oluşturmuştur. Bu pratikler, halk tarafından oluşturulan ve kuşaktan kuşağa aktarılan, bu nedenle de geleneksel hale gelmiş çeşitli teşhis ve tedavi yöntemlerini kapsamaktadır. (Kaplan, 2011) Bu dönemlerde hastalığın algılanış şeklinin ve tedavi arayışlarının dinsel ve büyüsel temelde olduğu görülmektedir. Burada hastalığın kaynağı tanrı, ateş, güneş, kötü ruhlar, ay, fırtına vb. unsurlar olarak algılanırken tedavi kısmında ise tütsüleme, yağ dökme, tuz patlatma vb. uygulamaların tercih edildiği görülmektedir. Tüm bu arayışlar hastalığın insan düşünce ve kültür yapısını ne kadar derinden etkilediğinin açık bir göstergesidir.
Hastalık Üzerine Temel Düşünceler
Yunan uygarlığı hastalık ve tedavinin doğaüstü güçlere bağlanmasında bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönem tıp sanatında bir devrim niteliği taşımaktadır. Bilindiği gibi akla gelen ya da gelmeyen her sorunun doğru yanıtı doğa üstü güç olarak Tanrılarda saklıdır. Oysaki soru sormak insana içkindir. Yani felsefe insani bir etkinliğe hayat vermektedir. Bu nedenledir ki felsefi düşünmenin var ettiği sorular aslında Tanrılar karşısında insanı yaratmaktadır. (Elbek, 2007) Bu anlamda yaşanan köklü değişim hastalığın nedenleri kadar onunla başa çıkmanın da insani bir yönü olabileceği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Uygarlık tarihinde tıp ile felsefenin en çok harmanlandığı dönemlerden birisidir Yunan uygarlığı. Pek çok filozof aynı zamanda tıp alanı ile uğraşır. Bu filozoflardan en ünlüsü aorta’ya da adını veren Aristoteles’tir. (Elbek,2007) Aristoteles’e göre hastalık, ruh-beden ilişkisinde bir aksama olarak görülebilir. Beden sağlığı, ruhun işlevlerini tam olarak yerine getirebilmesi için bir ön koşuldur. Dolayısıyla, hastalık ruhun işlevlerini (düşünme, duyumsama, arzu vb.) engelleyebilir ve bireyin tam anlamıyla insan olma potansiyelini zayıflatabilir.
Orta Çağ’a gelindiğinde ise özellik Avrupa’da yaşanan salgınlar halkı derinden etkilemiş ve yaşamın büyük bir bölümüne sirayet etmiştir. İnsanların hijyen koşullarının kötü olması, bakımsızlık, surlarla çevrili Orta Çağ şehirlerinin çok kalabalık oluşu, kötü idare, batıl inançlar, savaşlar ve beraberinde gelen ahlâki çöküntüler salgın hastalıklar için uygun bir zemin hazırlamıştır. (Garrison, 1929) Kara ölüm olarak bilinen veba ilk olarak İsa’dan 320 yıl kadar önce Filistin’de görülmüş olsa da özellikle ilerleyen yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan büyük veba salgınları oldukça etkili olmuştur. Özellikle tıbbın yaşananlar karşısında çözümsüz kalması, insanları bilimsel yolu izlemekten uzaklaştırmıştır. Pek çok hekim de uzun dualar, muskalar, baharatlar vb. veba reçeteleri dağıtmış ve kendileri de aynı çözümsüzlükte vefat etmişlerdir. Hastalığın getirdiği çaresizlik ve ölümün sürekli kapıda oluşu dönem insanını yaşamın zevklerinden uzak, açlık ve kıtlık içerisinde kendi kaderini bekler hâle getirmiştir.
Orta Çağ’da hastalık üzerine düşünen filozoflar, genellikle dini ve metafizik yaklaşımlar ile bu konuyu ele almışlardır. Bu dönemde, hastalık çoğunlukla Tanrı’nın iradesi ya da günahların bir cezası olarak yorumlanmıştır. Yine bu konuda da farklı düşünceler mevcuttur. Orta Çağ’da bu konudaki genel yaklaşımlar şu şekilde özetlenebilir:
- Teolojik Yaklaşım: Hastalıkların Tanrı’nın iradesiyle olduğu, bir sınav veya günahların cezalandırılması olarak kabul edilirdi.
- Bilimsel Yaklaşım: İbn Sînâ ve Maimonides gibi düşünürler hastalıkları doğal sebeplerle açıklamaya çalışmış ve tedavi yöntemlerini bilimsel bir yaklaşımla ele almışlardır.
- Metafizik ve Ahlaki Yaklaşım: Hastalıklar, kişinin ruhsal arınması veya ahlaki gelişimi için bir araç olarak görülebilirdi.
İslam dünyasının en büyük filozoflarından ve hekimlerinden biri olan İbn Sînâ, hastalıkları sadece metafizik bir kavram olarak değil, bilimsel bir perspektiften ele almıştır. “El-Kanun fi’t-Tıbb” (Tıbbın Kanunu) adlı eseri, Orta Çağ’da tıp bilgisinin temel kaynaklarından biri olmuştur. İbn Sînâ, hastalıkları vücutta dengesizliğe yol açan doğa olayları olarak tanımlar ve dört mizaç teorisine dayandırır. Bu mizaçların (sıcak-soğuk, nemli-kuru) dengede olmadığı durumlarda hastalıklar meydana gelir.
Aquinas ise Tanrı’nın insanları hastalıklar ile sınadığına ve bunun bir tür ruhsal gelişim aracı olduğuna inanmıştır. Ona göre, hastalıklar insanın ahlaki ya da dini bir ders alması için Tanrı tarafından gönderilen bir sınav ya da cezadır. Bu anlamda onun teolojik yaklaşım çerçevesinde konuyu ele aldığını söyleyebiliriz.
Yine Orta Çağ içerisinde konuya yaklaşım geliştirirken temel alınan isimlerden biri de Galen’dir. Onun tıbbi teorileri bu dönemde büyük ölçüde etkiliydi. Galen, hastalıkların dört sıvı (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) arasındaki dengesizlikten kaynaklandığını öne sürmüştü. Bu teori, hem Hristiyan hem de İslam dünyasında geniş çapta kabul gördü ve Orta Çağ boyunca hastalıkların anlaşılmasında temel bir model olarak kullanıldı.
Özetle Orta Çağ’da hastalık, metafizik ya da dini yorumlarla açıklanıyordu. Bu değişim, hastalık anlayışımızın tarihsel ve kültürel olarak ne kadar esnek olduğunu gösterir.
Günümüze yaklaştıkça tıpta yaşanan gelişmeler ve ilerlemeler her ne kadar çözümleri kolaylaştırsa da hastalık olgusu insanın da sorgulama ve anlamlandırma sürecinin hâlâ kalbinde bulunuyor. Hastalığı sadece bir tıbbi sorun olarak değil, insan yaşamının bütününü etkileyen bir fenomen olarak ele almak bu nedenle son derece önemli. Bu yaklaşım, hastalığın bireysel, toplumsal, etik ve varoluşsal boyutlarını keşfetmeye kapı aralar. Hastalık, insan deneyiminin kaçınılmaz bir parçası olduğundan, bu konuda yapılan felsefi tartışmalar, yaşamın doğası, ölümün kaçınılmazlığı ve bireyin dünyadaki varlığı hakkında derinlemesine düşünmemizi sağlar. Bazı insanlar hastalığı bir öğrenme deneyimi ya da manevi bir dönüşüm olarak yorumlarken, başkaları için hastalık bir felaket ya da trajedi olabilir. Örneğin Varoluşçu filozoflar açısından, hastalık bireyin dünya ile ilişkisini kesintiye uğratan bir deneyimdir. Jean-Paul Sartre veya Martin Heidegger gibi düşünürlere göre, hastalık kişinin kendi ölümlülüğüyle yüzleşmesini sağlar ve insanı varoluşunun temel koşullarıyla yüz yüze getirir. Hastalık durumunda, bedenin kısıtlanması veya işlevsiz hale gelmesi, bireyin eylem ve karar alma yetilerini sınırlayabilir. Sartre’a göre, bu sınırlamalar bile bireyin varoluşunu belirleme yeteneğini tamamen ortadan kaldırmaz; aksine, birey, hastalığın getirdiği zorluklarla bile kendi varoluşunu yeniden tanımlayabilir.
Nietzsche ise hastalık kavramını hem biyolojik hem de metaforik bir şekilde ele alır. Kendisi, sık sık hastalıklarla mücadele etmiş ve bu deneyimlerinden yola çıkarak hastalığı güç ve zayıflık arasındaki bir savaş olarak görür. Hastalıkların insanın içsel gücünü ortaya çıkardığını ve bireyin kendini aşmasını sağladığını belirtir. Ona göre, acı ve hastalık, insanın yaşamını anlamlandıran ve onu daha güçlü yapan unsurlardır.
Canguilhem, hastalık ve normallik arasındaki ilişkiyi inceleyen bir başka önemli filozoftur. Hastalığın biyolojik olarak tanımlanmasının ötesine geçer ve onun normallik anlayışımız üzerindeki etkilerini tartışır. Ona göre, hastalık, bireyin kendine özgü normallik anlayışına bir meydan okumadır. Hastalık, biyolojik bir sapma olarak değil, bireyin kendi içindeki düzenin bozulması olarak görülmelidir.
Albert Camus ise Veba adlı romanında hastalığın insanlar üzerindeki etkilerine derinlemesine değinerek bizlere felsefi bir ışık yakar. Roman, Cezayir’in Oran şehrinde, aniden patlak veren bir veba salgınını konu alır. Salgın, şehri dış dünyadan izole ederken, karakterlerin bu olağanüstü duruma nasıl tepki verdiği, insan doğasına dair derin soruları gündeme getirir. Eserde salgın insanlara hayatın ne kadar rastgele ve kontrol edilemez olduğunu gösterir. Roman boyunca karakterler, bu anlamsızlığa rağmen mücadele ederler. Karakterler, ölümcül bir hastalığa karşı mücadele ederken, insanın dayanıklılığı ve başkalarına karşı duyduğu sorumluluk vurgulanır. Rieux ve Tarrou gibi karakterler, hayatın anlamsız olduğunu kabul ederken, yine de başkaları için savaşmaya devam ederler. Roman, insanın toplumsal bağlarının ne kadar kırılgan olduğunu ve bu bağlar koptuğunda nasıl yalnızlaştığını gösterir. Salgın, bireylerin birbirlerinden yabancılaştığı bir dünya yaratır. Ölüm, insanları anlam arayışına iter ve bazıları için bu süreç, dinî ya da felsefi sorgulamalarla sonuçlanır. Alegorik açıdan roman II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın Nazi işgali altında yaşadığı trajedinin bir alegorisi olarak da okunmuştur. Veba, Nazizmi ve insanlığa karşı işlenen büyük kötülükleri simgelerken, karakterlerin salgına karşı direnişi de insanın zor zamanlarda gösterdiği dayanıklılığı temsil eder.
Her ne kadar çevremizde ve kendimizde gördüğümüz hastalıkların fiziksel etkileriyle uğraşsak da aslında özünde işin varoluşsal boyutu hayatlarımızı etkilemektedir. Kimimiz dini motivasyonlarla göğüs germeye çalışmakta kimimiz tüm bunların anlamsızlığı içerisinde sürekli yakınmaktayız. Hastalığın başa geldiği an itibariyle yaşamı kesintiye uğratması ya da ölüm fikrini çağrıştırması da mücadele etmek ile kendini teslim etmek arasında bir seçim yapma zorunluluğu olarak önümüzde durur. Eğer yaşamın bir yaratım ve anlam örüntüsü olduğunun kabulündeysek bu noktada hastalık aşılması gereken bir engel konumunda üzerine yürünecek bir figürdür. Tam tersi şekilde yaşamı sonlandıracak bir kaçınılmaz olarak görüldüğünde devleşerek insanı içine çeken bir sarmala dönüşür. Özellikle ölümcül hastalıklar, “yaşamın ne kadar değerli olduğu” sorusunu beraberinde getirir.
“iyi olma”, “normal olma” ve “patoloji” arasındaki dengesiz düzenle yaşam çizgisini ilerleten insan için hastalık konusu ele alınması gereken ve üzerinde felsefi sorgulama yürütmenin önemli olduğu konulardan biridir.
Kaynakça
- Bozbuğa, M. (2021). Tıp, Felsefe ve Tıptaki felsefe. Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, (60), 120-123.
- Canguilhem, G.(2019). Normal ve Patolojik, Monokl Yayınları. İstanbul.
- Elbek, O. (2007). Tıp ve Felsefe. Toraks Dergisi, ; 8(2): 130-133.
- Garrison, F. H. ( 1929). An Introduction to History of Medicine. W.B.Saunders Company.
- Kaplan, M. (2011). Halk Tıbbının Kökenleri: Teşhisten Tedaviye Din Ve Büyü İlişkisi. Millî Folklor, 23 (91), 77.
- Nietzsche, F. (2016). İyinin ve Kötünün Ötesinde, İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul.
- Önen, S. (2023). Hastalık, Acı ve Albert Camus’nün Veba’sında Duyguların Toplumsal İnşası. Universal Journal of History and Culture, 5(2), 104-126. https://doi.org/10.52613/ujhc.1274829
- Yıldırım, M. (2021). Ortaçağ Avrupa’sında Salgın Hastalıklar. Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 11(3), 1069-1072.