Huizinga, oyunun kültürden daha eski olduğunu söyler. Ona göre hayvanlar da insanlar gibi oyun oynamaktadır. Peki oyun anlamdan bağımsız mıdır? Bir işlev barındırmak zorunda mıdır? Hangi amaca hizmet etmektedir? En temelde oyunun bir amacı var mıdır?
Oyunu yalnızca içgüdüsel olarak nitelendirmek hata olur. Ya da tamamen belli bir mantık planı doğrultusunda ilerlediğini öne sürmek de öyle. Bazı teorilere göre oyunun kökeni ve temeli yaşam enerjisi fazlalığından kurtulmaktır. Kimilerine göreyse taklit eğilimidir. Bu noktada karşımıza “mimesis” kavramı çıkıyor. Mimesis, doğa ve insan davranışının edebiyatta taklide dayanan temsilidir. Aristoteles tarafından sanatın rolünün “doğanın taklidi” olduğunu ileri sürerken kullanılmıştır. Yunancada taklit anlamına gelmektedir. “-mış gibi yapma” yönü ile oyun ve oyunlaştırmaya dair bir kavramdır. Mimesis, insanın ana özelliğidir ve temel bir içgüdüdür. (Yiğitoğlu, 2019)
Taklide dayalı görüşün yanı sıra oyun, bir gevşeme, ciddi faaliyetlere hazırlık antrenmanı, insanın iradesini ortaya koyma pratiği olarak da görülmüştür. Kimilerine göreyse “gerçekleştirilmesi olanaksız arzuların bir kurmaca aracılığıyla giderilmesi” şeklinde yorumlanmıştır. Bu teorilerin pek çoğunun ortak noktası ise oyunun, genelde “oyun olmayan” başka bir şey karşısında ortaya çıkmış gibi ele alınmıştır. Peki insana dair her şey, oyun temelli ortaya çıkmış olamaz mı? Bugün inşa ettiğimiz yapılar, davranış biçimlerimiz, kurduğumuz sosyal ağlar, “düzen” adını verdiğimiz oluşumlar… Belki de milyonlarca bileşenin bir araya gelmesiyle bugün kolektif olarak inşa ettiğimiz büyük oyunu oynuyor, geliştiriyor, yıkıyor ve yeniden yapıyoruz. Bu şekilde bir bütünsellik içerisinde ele alırsak oyun hem hayvanlar hem de insanlar alemini kapsar. Oyun, insanı da hayvanı da irrasyonel bir çerçevede “mekanik” olmanın dışına taşır. Belki de evren içerisindeki varlığımızın mantık üstülüğünü gözler önüne serer ve bizi kendimizle, inan oluşumuzla alakalı büyük bir sorgulamaya sürükler. Nitekim büyük resimden detaylara doğru indikçe de insan toplumunun en önemli faaliyetlerinin oyundan ayrı düşünülemeyeceğini görüyoruz. Dilin yaratıcısı olan zihin, adeta oyun oynayarak maddeyle düşünülen şey arasında sürekli devri daim yapmaktadır. Soyutun her ifadesinde bir simge vardır ve her simge de bir kelime oyunu içermektedir. Böylece insan varoluş ifadesini hep yeniden yaratmaktadır. Mitler ve ibadetler konusunu olduğu gibi felsefeyi de bu çerçeve içinde ele alabiliriz. İlkel topluluk, kendine dünyanın esenliğini güvenceye alma olanağı sağlayan kutsal ayinlerini, adaklarını, bağışlarını ve törenlerini basit oyunlar biçiminde gerçekleştirmektedir. Efsane ve ibadetler kültürün büyük kavramlarına kapılar aralar: düzen, hukuk, ticaret, sanat, bilim vb. Yani bunların kökenlerinin de oyunsal nitelik taşıdığını söylemek abartı olmaz. (Huizinga, 2006)
Felsefenin ortaya çıktığı ilk andan itibaren günümüzdeki gelişimine doğru bir yolculuğa çıktığımızda da benzer bir durumla karşılaşırız. Temel bileşenleri düşünce ve düşünceyi aktarma, zihin egzersizleri ve anlamlandırma olan felsefe, insana gerçeği ve doğru yolu bulma, hayatının anlamını ortaya koyma özelinde kapsamlı bir kurgu ve oyun sunar. Örneğin, Sokrates’in “sokrat yöntemi” bilgiyi sınama ve karşındakine bildiğini ve bilmediğini adeta oyunlaştırarak fark ettirme yoludur. Nietszche’nin Zerdüşt’ü, bir kurgu ve oyunlaştırmadır. Diyojen’in medeniyeti reddederek yaşamını medeniyet ve toplumdan uzak konumlandırması ve bu kurguyu yaşaması da bir nevi oyundur, oyunlaştırmadır. Felsefe tarihi oyunun örnekleriyle doludur. Oyun kimi zaman metafizik ölçekte, kimi zaman varlık ve zaman ekseninde, kimi zaman da epistemolojik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayatı Sisifos gibi bir kayayı iterek yaşamayı kabul etmek, absürdün farkına varmak ve felsefi intiharda bulunmak da birer oyundur. Burada oyun kişinin arayıp bulması, içgüdüsü veya mantık tarafından önü açılmış bir yol olabilir. Fakat felsefe oyundan bağımsız düşünülemez.
Tıpkı felsefe gibi oyun da zihinsel bir faaliyet meydana getirir fakat ahlaki bir işlev taşımaz. İkisinin de konusu her şey olabilir ancak yasa nitelikleri yoktur. Oyunlar, süreçlerdir ve kurallar da süreçler içerisinde konulur. Oyunu önceleyen hiçbir değişmez kural olamaz. Oyun, kuralın nesnesi değildir. Kurallar yalnızca işaretlerdir, hatta Wittgenstein kuralları yol levhalarına benzetir. (Çalcı, 2012)
Her oyun her şeyden önce bir gönüllü eylemdir. Emirlere bağlı oyun, oyun değildir. Oyun sadece bu özgür yapısıyla bile doğal evrim sürecinin yapı taşlarından biridir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; oyun, ancak kültürel bir işlev hâline geldiği zaman zorunluluk, görev ya da ödev kavramlarıyla bağlantılı duruma gelebilir. Dolayısıyla oyunun ilk temel çizgisi şöyledir: oyun serbesttir, özgürlüktür. (Huizinga, 2006)
Yine Huizinga’ya göre kültür, oyunun çizgilerini taşır ve oyun biçimleri altında ve oyun ortamında gelişir. Kültürün gelişim sürecinde oyunsal unsur yavaş yavaş arka plana itilir. Oyun, bireyin veya grubun hayat düzeyini yükseltmeye ne kadar yatkınsa, o ölçüde hakikaten kültür hâline dönüşür. Dolayısıyla insan-toplum, insan-felsefe ikilileri karşılıklı ilişkileri bakımından daima oyundan izler taşır. İnsan bir topluma doğar ve o toplumun oyununu öğrenir. Öğrendiği oyun zamanla kendi gözlemleriyle birlikte sürmeye başlar. Kimi zaman çatışan kimi zaman uyum içerisinde süren yaşantılardan da tek tek insanların kendilerine özgü yeni oyunlar doğar. Bu oyunların yine birbiriyle olan uyumu tıpkı kültürün nesilden nesle aktarımı gibi sarmal bir ağda devam eder. Oyun bir nevi yaşamın katarsisidir. Felsefe ile oyunun kesiştiği en temel düzlem burada başlar. Felsefe bir amaca ya da işleve hizmet etmek zorunda olmayışıyla yaşamsal öneme sahiptir ve oyun bu noktada felsefeyle paralel seyreder. Her oyunun bir felsefesi ve her felsefi yolun bir oyunu, kurgusu vardır.
Kişi kendi kurgusunu yaşayabilir mi? Veya yaşadığımız zaten kendi kurgumuzun oluşu mudur? Felsefe yaparak mı oynuyoruz?
Tüm bu soruların birçok farklı cevabı olabilir. Fakat tüm cevapların içinde mutlaka bir “hayati değer” bulunmakta ve insan içinde bulunduğu toplum ile birlikte bu hayati değerden bağımsız olamamaktadır.
Huizinga, kültürün ilkel zamanlarında oyun olarak oynandığını, dalından ayrılan canlı bir meyve gibi
oyundan doğmadığını söyler. Ona göre kültür oyunun içerisinde var olmuş ve orada serpilmiştir. (Huizinga, 2006)
Kaynakça
- Çalcı, S. (2012). Felsefi Soruşturmalar’da Oyun Kavramının Kuruluşu Üzerine Wittgenstein. Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi, 2(2), 35-43.
- Dumangöz, P. D., & Çavuşoğlu, S. B. (2022). Oyun Mu Kültürü Etkiler? Kültür Mü Oyunu Etkiler?. Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(1), 35-44.
- Gülsoy, S. (2019). Oyun, kültür ve zaman. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (62), 317-337.
- Huizinga, Johan (2015). Homo Ludens Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
- Manay, U. (2006). Oyun ve Hayalin İlerici Boyutları (Doctoral dissertation, Marmara Universitesi (Turkey).