“Güzeldir, birlikte susmak
Daha da güzeldir, birlikte gülmek
Gökyüzünün ipek örtüsü altında
Yaslanarak yosuna ve kayına
Sevimli kahkahalar atmak dostlarla
Ve beyaz dişlerini göstermek.” (Nietzsche, 2015, p.337)
Kavramsal Olarak Dostluk
İnsan bir topluma doğmuştur ve toplum insansız düşünülemeyeceği gibi insan da toplumdan ayrı düşünülemez. Hepimiz kaçmak, gitmek, yalnız kalmak ister ve çoğu zaman kendimizi bu dünyaya ait değilmiş gibi hissedebiliriz. Ancak en nihayetinde insan ne toplumdan ayrı kalacak kadar kendi içindekilerle barışık ne de toplumu reddedecek kadar cesurdur. Reddediş bile bir kabul şeklidir hatta. Tüm karşı çıkışlar bile kriter olarak toplumun kendisini koymaktadır insanın önüne. Sığ ilişkilerin ötesinde gerçekten hayatı anlamlandırmak ve kendi yaratılarıyla yola devam etmek isteyenler daima benzer anlamları başkalarında da bulmayı diler. Dilemeseler bile eğer kendileri dışında kendi anlamlarına yakın veya “eş” bir ruh ile karşılaşırlarsa bu durum yüzeysel olamayacak kadar derin ve süreç temelli bir haz verir. Kişi “eş” olduğu ruhlarla birlikte düşünür, onlarla yaşamaktan keyif duyar ve gerçekten anlam merkezli bir yaşam sürüyorsa uçup giden bir nefeslik ömrünü oluş hâlindeki bu ruhları misafir edip kendisi de onlara konuk olarak yaşar. Bu bilinçli ve koşullanmış bir yaşantı değildir. Kişi ancak gerçekten görmeyi içselleştirebilmişse tadabilir ruhun ruhla dans edişini.
Felsefe tarihi de dostluklarla, birbirine eş veya denk ruhlarla zenginleşmiştir. Dostluk hem felsefenin konusu olmuş hem ondan beslenmiş hem de onu dallanıp budaklandırmıştır. Filozoflar arasında da güçlü dostluklar, ihtiraslar, aşklar ve kopuşlar yaşanmış ve bunların en temelinde de “bağ” ve “paylaşım” baş rolleri oynamıştır. Peki dostluk nedir? Dost kimdir?
Aristoteles dostluğu ve dostu en iyi insan ilişkilerinin bütününde en üst değerleri temsil eden bir rol model olarak değerlendirmektedir. Şöyle ki, Aristoteles’in dostlukla bağını kurduğu erdemlerle (adalet, eşitlik) güven, kararlılık, ölçülülük, tutarlılık vb. etik kavramlar, öyle görünüyor ki aranılan –en iyi insan ilişkilerinin dayanak noktalarını oluşturmaktadır.(Doğaner, 2016) Dolayısıyla şunu söylemek mümkündür ki Aristoteles’te dostluk kavramı Aristoteles etiğinde insanı mutluluğa götüren bütün erdemlerin adeta ete kemiğe bürünmüş ve vücut bulmuş halini sembolize eden bütüncül bir erdemi ifade etmektedir. (Gökhan, 2021)
MÖ. 106 yılında Roma’da dünyaya gelen Marcus Tullius Cicero’da da dostluk erdemden ayrı düşünülemez. Ona göre Erdem işareti belirdiğinde sıkı bir dostluk olur. Ruh erdemin etkisiyle kendisine benzeyen başka bir ruha yaklaşır ve ona bağlanır. Onunla temas edince de kaçınılmaz olarak sevgi doğar. (Cicero, 2020) Yani erdem ve sevgi belki de tüm insan yaratımı norm ve etik değerlerin ötesinde ilahi bir bağ ile insanları birbirine kenetleyebilir. Yine tam da bu noktada dostluğun, doğa tarafından kusurların yoldaşı olsun diye değil, erdemlerin yardımcısı olsun diye bahşedildiğini de vurgulamasıyla insanın yaradılış ilkelerine göz kırpmaktadır.
Dostluk kavramının değeri ve insan yaşamı için ne ifade ettiği konuşulurken onu tanımlama çabasının sert duvarına da çarparız bir yandan. Birini “dost” olarak kabul etmek onu “herhangi bir şey” olarak kabul edememek demektir. İnsan; “mavi”, “sıcak”, “kalem”, “defter” dediği gibi “dost” diyemez. Bu kavram herhangi bir nesnenin salt niteliği değildir. İşin daha da karmaşık tarafı tanımlaması ve nitelemesi soyut dallarla göğe doğru uzanan bu kavram zaman içerisinde de değişime ve dönüşüme uğrar. Bugünkü dost, yarınki dost değildir. Tıpkı bugünkü benin yarınki ben olmayacağı gibi. Bu nedenle dostluk şimdi, şu anda ve yalnızca buradadır. Ötesindeki her beklenti, her kalıp, zamanın zincirleri veya yüklenen roller tamamen kişinin kendisiyle ilgilidir ve bunlara fazlaca kapılmak dostluğun sevgi ve erdem yönü geri plana itebilir. Dostluğu veya bir aradalığı görev olarak görmekten ve karşıdaki adına düşünerek onu sürekli somut kilitlere vurmaktansa yalnızca “yaşamayı” özümsemek gerekmektedir. Fakat yaşama bir yol haritası çizmek ne kadar mümkündür? İşte bu da eğilip bükülmenin, düşüp kalmanın, çöküşün ve yeniden sıçramanın gizemleriyle bir bütün olarak duracak daima karşımızda. “Eş” veya “denk” ruhlarla örülü mü olacak yaşamımız yoksa zıtlıklar içerisinde kendimize bir alan mı yaratmaya çalışacağız?
İyi bir yazarda sadece kendi tini değil, dostlarının tininin de olduğunu dile getirir Nietzsche. (Nietzsche, 2015) Onun düşüncesi de dostlukla arşınlanan, yani bir sürü dost tarafından kat edilmiş olan, kalabalık bir düşüncedir zaten. Bu alan üzerine yoğunlaşıp uzun uzadıya yazmasa da özellikle Wagner, Peter Gast ve Lou Andreas-Salomé’la olan yakın ilişkilerinin derinliği bilinmektedir. Ona göre dostluk ikinci bir kendiliktir. İnsan dostunu seçmekten ziyade içine taşır. Onu bir uzantısı hâline getirir kendine. Kendi dostunda, dostu kendisindedir. Ona göre önemli olan kara günde değil, aydınlık zamanda bir olmaktır. Acıyı değil, sevinci paylaşmayı önceler. Şöyle der Nietzsche: “Zaten hakiki dostluk ancak aynı sevinç ve elemleri yaşayanlarla kurulur, zira başınızdan geçenlerin başkasının yaşadıklarına temas ettiği yerde ruhlar da birleşir ve maddi bağ ne kadar yakınlaşırsa manevisi de o kadar pekişir.” (Nietzsche, 2019, p.12)
Onda dostluk da düşmanlık da kendini tanımanın ve en nihayetinde de kendini aşmanın ve devamlı duraklarıdır. Dost olmadan düşmanı ve düşman olmadan da dostu bilemeyiz. Zamanla hepsi iç içe geçer ve değişir, biz de bu yeniden yaratıma dahilizdir. Bu noktada Nietzsche’nin hararetli düşmanlığını da derin dostluğunun bir getirisi olarak görmek gerek. Wagner’i bir zamanlar dostu, belki de en yakın dostu bilmeseydi eserlerinde üst üste eleştirip sert sözler yönlendirir miydi ona? Ve yine yaşamının bir noktasında hayran olmamış olsaydı Schopenhauer’a, daha sonradan dimdik karşısında durur muydu onun ve fikirlerinin?
Demek ki her dostluk kendine özgü sahip olduğu derinlik ve kaos içerisinde günden güne değişir ve dönüşür. Bazen bir dostla vedalaşmak, kendinden kopmaktır. Bazen bir kopuş yeni bir başlangıç ve yeniden dönüştür kendine. Zaman, sarmal ve yürüdüğümüz düzlemde birbirine değmekten ve anda kurulan bağlardan oluşmaktadır dost olmak. Yalnızca birlikte vakit geçirmek, ortak bir zevki tatmak, aynı hobilere sahip olmak değil, ruhu duyumsamak ve sessizlikler içerisinde dahi ne olduğunu görebilmektir. Konuşmalarla tüketilmiş ve benliğin dışarıda bırakıldığı dostlukların aniden dibi görülmüş şişelerden farkı yoktur.
Fikirlerle Gelen Yol Ayrımı
Martin Heidegger ve Karl Jaspers fikirler yollarını keskin bir bıçak gibi kesip ayırana kadar sağlam dostlardı. Heidegger’in nasyonal sosyalizmi desteklemesi ile gerilmeye başlayan ilişkileri zamanla öfke ve kırgınlıklarla dağılmaya başladı. Böylece bu iki filozof kendilerini Nazi Almanya’sındaki ideolojik bölünmenin zıt taraflarında buldular.
Karl Jaspers ve Martin Heidegger 1920 yılında, Edmund Husserl’in doğum günü partisinde tanıştılar. Jaspers, Heidegger’dan yaşça daha büyüktü ancak felsefi metinleri yorumlamadaki bakış açısını beğenmekte ve onunla tanışmak istemekteydi. Aslında Jaspers ve Heidegger’in felsefe dışında hiçbir ortak noktası da yoktu.
Uzun yıllar süren dostluklarında mektuplar aracılığıyla birbirleriyle dünya görüşlerini, kişisel yaşantılarını, olaylarına bakış açılarını aktarırlar. İlerleyen zamanlarda ortaya çıkacak olan anlaşmazlıkların temeli siyasi gibi görünse de aslında bu durum zıt karakterlerinin uyuşmazlığına sadece bir örnek olarak bile gösterilebilir. Sıradan meselelerde bile birbirlerinden farklıydılar. Jaspers, çalışmaları konusunda rahat hareket ediyor, Heidegger ise bunu disiplin eksikliği olarak yorumluyor ve onu kınıyordu. Birbirleri arasında geç uyanma, zamanında çalışmama gibi sıradan durumlar bile kriz hâline gelebiliyordu.
1932 ve 1933 yıllarının ardından uzun bir sessizlik başlar. Savaş öncesi dönemin son mektubu 16 Mayıs 1936 tarihlidir. Bu mektup, Jaspers tarafından gönderildiği bilinen ancak Heidegger’in arşivinde bulunamayan bir mektuptur. Jaspers 1942 ve 1948 yıllarında yazdığı mektupları göndermemeyi tercih eder. Kişisel mektupların bu denli sekmeye uğramasının aksine akademik yayımlarını sürekli birbirlerine göndermişlerdir.
Savaş sona erdiğinde Jaspers kazananlar arasında, Heidegger ise bir daha asla kazanamayacak olanlar arasındaydı. Fakat her şeye rağmen Jaspers, eski dostuna yine de aralık bir kapı bırakmıştır. Kendisini bu konuda eleştirenlere ise Heidegger’i kendisini uğursuz bir serüvene kaptıran hayalperest bir çocuk benzetmesiyle açıklama yapmaya çalışır. Mart 1950’de Jaspers’e bir mektup yazdı ve pişmanlığını belli eder ifadelere yer verdi. Jaspers bu pişmanlığı sezdiği için yazışmaları uzun bir aradan sonra kaldığı yerden aynı yoğunlukta, dostça devam etti.
Bu iki güçlü ismin felsefe tarihine katkıları ve yaptıkları akademik çalışmaların ötesinde birbirine dokunmuş iki büyük ruh ve aslında hepimiz gibi “sıradan” birer insan olduğunu ortaya koyan en insani yönleri de dostlukları oldu. Yine bu noktada tüm benzerlik ve farklılıkların ötesinde bir aradalığa derinden bağlı iki ruhun nasıl yeşerdiğini ve birbirlerine dokunduklarını üst bir perdeden görebiliyoruz.
Yaşamı Anlamlandırma ve Kopuşlar
“Artık senden hoşlanmıyorum.”
Martin McDonagh’nın son filmi The Banshees of Inisherin, iki yakın dosttan birisinin bir sabah kalktığında diğerini hayatından çıkarmaya karar vermesi üzerine kurulu son derece vurucu bir filmdir.
İki yakın arkadaşın basit cümleyle başlayan yol ayrımları bir tarafın durumu anlayamaması ve karşı tarafa ısrarlarının giderek yoğunlaşmasıyla büyük bir inatlaşmaya ve düelloya dönüşür ve zamanla yaşananlar hem dostluklarını hem de kendi kişiliklerini dönüştürür. Colm (Brendan Gleeson), Pádraic’in (Colin Farrell) sığ iyiliği ve nezaketiyle vakit geçirmeyi artık zaman kaybı olarak gördüğünü, ömrünün kendince kalan az zamanını müziğe, şiire ve üretmeye adamak istediğini söylüyor ve Pádraic’le muhabbetini tamamen kesiyor. Bu durumla birlikte özgürlük düşkünü, sanat âşığı Colm ve naif ama sıkıcı, etrafındakilere bağımlı Pádraic aynı yerde düşman kalmaya devam ediyorlar. Hatta Pádraic’in şu sözü hayata bakışının güzel bir özeti ancak aynı zamanda da olayların tırmanış serüveninin parolası oluyor: “Bazı şeyler geçmek bilmez ve bu iyi bir şeydir.”
Colm’un, Pádraic’in ısrarlı dost kalma çabalarını kendine fiziksel olarak zarar verecek şekilde ileri boyutlara taşıması ile derinleşerek kaosa sürüklenen olaylar zaman zaman herkesin hayatında görülebilir. Bir dosttan kopmak anlamsız, bir sevgiliden ayrılmak acı verici ve tahammül edilemez gelebilir. Ancak bir insandan kopuşun yeterince kötü olmadığını ve bir zamanlar karşılıklı olarak birbirlerini ne kadar doldurduklarını bilerek ana sadık kalmanın daha duru bir görüş olabileceğini de düşünmek gerek. Ne insanlar vardır ki fiziksel olarak yan yana olsalar da manevi kopuş çoktan yaşanmış fakat cesaret makasıyla kesilmemiş sığlıkları devam ettiren…
Şiirsel Bir Vazgeçiş
Anlam yüklü Alman şair Hölderlin, Goethe ve Schiller ile kurduğu bağlarla bilinir. Sürekli temas hâlinde olmalarına karşın Goethe’ye karşı direnci hep yüksek olmuş ve aslında hiçbir zaman tam olarak aynı frekansta buluşamamışlardır. Buna karşın Schiller ile ise varlığının köklerine kadar inen bir ilişki içerisine girmiştir. Schiller’e olan hayranlığı onun dünyayla ilişkisinin temelidir. Aslında Schiller’in kuşkulu, ilgisiz ve korkulu tutumu Hölderlin’in hassas kişiliğinde derin bir sarsıntı ve yıkılma tehlikesi yaratır. Fakat bu zıtlık, birbirlerini bu yanlış anlama şekilleri adeta sevgi dolu bir itiş ve mükemmel bir kopuştur. Hölderlin tüm bu derinlikle Schiller’e, Schiller’in kendisinden daha sadık kalır. Schiller de onda kendi aşkın hâlini ve kendi insana dönmüş özünü, heyecanı, coşkuyu ve saflığı görür. Onun ideal önermesi bir varlık olarak Hölderlin’de hayat bulmuştur. Fakat tam da bu noktada trajik bir ikilem yaşar ve onu içten içe reddetmek zorunda kalır. Hölderlin karşısında açıkça bocalar. Oda Schiller tarafından dışsal olarak desteklendiğini ancak içindeki derin varlığın onun tarafından anlaşılmadığını hisseder. Onun yakınında olmak zamanla Hölderlin için ıstırap hâlini alır. Ona acıklı veda mektubunda şöyle yazar:“Sürekli sizinle konuşmaya çalışıyordum ve her zaman sizin için hiçbir şey olamayacağımı görüyordum.”(Zweig, 1989, p.84) Bir süre sonra en önemli şiirlerini ondan gizler ve yalnızca eğlenceli parçaları onunla paylaşarak saklanma yoluna gider. Gençliğinin sihirli bulutu olan o insana saygısını ve şükran duygularını ise hayatı boyunca yitirmez.
Doğa ile bir olan insanın ömründe maddi unsurlar dışında kendine katabileceği en değerli hazine kendisi olmaktır ve insan bir toplumda yaşarken salt kendisi olamaz. Kendilik diğerleriyle birlikte yaşanır. İsim ya da etiket olmadan gizli ve derin bağlarla bağlanıp sonra kopmak, kimi zaman da sessizce, yan yana süzülmek yaşama dairdir. Yaşam ruhların birbiri içinde dans edişiyle anlamlı ve değerli kılınabilir. “Dostluk” yalnızca toplumdaki roller bağlamında sığ bir kavram, bir dil oyunu değil, birbirine açtığı pencerelerle özgürleşen insanların güvenli kıyısıdır.
Kaynakça
- Cicero. (2020). Dostluk Üzerine. (C.Cengiz Çevik). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Doğaner, U. T. (2016, 10 15). Aristoteles’te Dostluk ya da En İyi İnsan İlişkileri. http://umutfelsefeokulu.blogspot.com/2016/10/aristoteleste-en-iyi-insan.html adresinden alındı
- International Siirt Conference On Scientific Research, Siirt, Türkiye, 5 – 07 Kasım 2021, cilt.1, ss.509-516
- Nietzsche, F. (Şubat, 2015). İnsanca, Pek İnsanca, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 135.
- Nietzsche, F. (Ağustos, 2019). Otobiyografik Yazılar ve Notlar, İstanbul: Pinhan Yayıncılık
- Örnek, Y. (Haziran 2020). Mektuplardaki Felsefe: Arendt, Jaspers, Heiedegger. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- Zweig, S. (Aralık 2021). Kendileriyle Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları