“Şş… Uyan!”
Uyandım, birini çok sevmenin sevilmek adına beş para etmediği bilinciyle uyandım. Hep yaptığım gibi sonsuz çarşaflar içinde yuvarlandım durdum. Her şeyden hiçbir şeye zaman kalmadığı günleri yorganıma sarılarak geçiriyordum ki kafamda tek bir düşünce: birini çok sevmek düşüncesi. Çocukça bir düşünce olarak birini çok sevmenin sevilmeye de değeceği düşüncesine yıllar boyu sıkı sıkıya bağlanmış, dünyanın en bilgisiz sekülerlerinden birisi olarak ben, Aslı’yı yıllar boyunca çok sevmiştim. Hâlâ da çok severim. Hem de Aslı’nın beni sevebileceğine dair tek bir inancım olmamasına karşılık olarak neredeyse Aslı’yı düşünmediğim tek bir gün bile olmaz. Nesini düşünürsün Aslı’nın derseniz çoğu zaman hiçbir katkı olmadan başlı başına yüzünü düşünürüm, gülüşünü düşünürüm. Acemice kurduğum senaryolar içerisinde hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan ihtimallere bel bağlarım. Evlenirim, çoluk çocuk sahibi olurum hayallerim içerisinde.
Evet, bu bir Aslı güzellemesi. Yazılmaya değmeyecek bir şiirin ilk dizesi, dalına tırmanmaya değmeyecek bir ağacın baharda çiçek açmış renkleri, dünyanın en karmaşık müzik eserinin basit nota geçişleriyle icra edilişi, bir dünya savaşı daha çıksa kocaman gülüşlerden medet ummanın çaresiz beklentisi. Evet, bu bir Aslı güzellemesi. Yani, benim onca günüm arasından sadece bir tanesi.
Ben Mehmet Tevfik Telörgü. Büyük adam olacak isim sahibiyim vesselam. Geride kalan kırk yılıma bakarsak bir kısmı çocukluğun farkında olmaksızın geçirilen avarelik yılları, bir kısmı ilk gençliğin farkında olarak geçirilen avarelik yılları ve nihayet iş güç sahibi olamamış belki de toplumun sevmediği tek erkek tipi olarak geçirilen avarelik yılları. Yani büyük adam olmayı bir kenara bırakacak olursak annemin demesine göre adam bile olamadım. Daha da kötüsü olmak için hiç mi hiç çabalamadım. Bununla birlikte yaşamdan zevk almak uğruna hemen hemen hiçbir şeyin tadına varamadım.
“Günaydın.”
İçimden konuştuklarımı saymazsak bir haftadır ettiğim ilk laftı bu. Annemin, elinde çamaşır makinesinden yeni çıkardığı çamaşırlarla balkona doğru giderken “hiç kalkmasaydın geberesice” diye söylenmelerini günaydın olarak kabul ettim ve bir şeyler atıştırmak üzere buzdolabını açtım. İki dilim peynir dışında yiyecek hiçbir şey yok gibiydi.
Yüzümü yıkamak için lavaboya girdim. Aynaya baktığımda yüzümü tanıyamasam çok ilginç olurdu. Tanıdım. Aynı hayırsız surat karşımdaydı. Yerine taş doğurmanın tercih edileceği bu suratla her sabah karşılaşmak annem kadar benim için de zordu. Belki ölüm kurtuluş olabilirdi sığamadığım bu bedenden kurtulmak için.
Ölümü ilk kez düşündüğümde yirmi yaşındaydım ki bu tam olarak Aslı’yı tanıdığım zamana rastlar. Hâlâ da düşünürüm hem Aslı hem ölüm üzerine. Tabii hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış biri olarak düşünme kapasitemi de fazla geliştiremediğimden ölüm üzerine kapsamlı düşüncelere ulaşamadım henüz. Öteki dünyanın olmadığı varsayımından yola çıkarak neden yaşadığımı sorgulamakla meşgulüm.
Ölümün bir gün gelecek olmasının yanında, Aslı hiç gelmeyecek olmasıyla farklı bir öneme sahip. Aslı’yı nerede tanıdım, nasıl tanıdım bunları anlatmaya hiç gerek yok. Gerek yok çünkü önemi yok. Hemen her karşılıksız aşk hikayesiyle benzer bir hikayesi olması sebebiyle detaylar sıkıcı ve dünyada benden başka kimseyi ilgilendirmiyor. Tam da bu sebeple Aslı’yı hâlâ çok seviyor olduğumu bir ben biliyorum bir de varsa eğer Allah bundan haberdar.
“Nuran! Bir çay koyuversene.”
“Kalk kendin koy. Hizmetçin mi var senin burda!”
Abisi olmam bir yana bir insan olarak da çok değer görmediğim bu evden kırk yaşında dahi kurtulamamış olmanın verdiği üzüntüyle kendimi dışarıya attım. Evet, kendimi sık sık dışarıya atarım hem de ne yapacağımı nereye gideceğimi bilmeden. Bazen kahvehaneye uğrar, iki çay içer, hesabı da masadakilere kitler küfrümü yiyip eve dönerim. Bazen de çok dertliymiş gibi caddeler boyu yürüyüp dururum. Aslı ile yürüdüğümüz caddelere gitmemeye özen gösteririm. Çünkü zaten aklımda fazlasıyla yer meşgul ettiğinden bir de anıların beynimde birbirine savaş açmasına izin veremem. Aslı’yı caddeler fark etmeksizin düşünürüm ve eve dönerim.
Yine yol nereye çıkarsa diye yürümeye başlamıştım ki en sevmediğim sokağın köşesindeki incir ağacından bir incir koparmak için elimi uzattım. Tam o sırada balkondan bir teyze “lan piç bırak incirleri” diye bağırarak balkondan bir şeyler fırlatmaya başladı. On yaşındaki çocuklar gibi gözden kayboluncaya kadar koşmaya başladım. Tam ellerimle dizlerimi tutmuş nefeslenirken boka bastığımı fark ettim. Temizlemeye vakit bulamadan telefon çaldı. Herhalde annem hasretime dayanamamıştı.
“Efendim annecim”
“Çay kalmamış, alıp gelsene misafir geldi.”
Lafı biter bitmez telefonu kapatmıştı. Yakışık bir hareket değil. Acaba Aslı annemi sever miydi? Esasen ben hep annemin Aslı’yı sevip sevmeyeceğini merak etmişimdir. Çünkü biliyordum ki Aslı’nın sevilecek hiçbir tarafı yoktu. Benim ona olan hislerimse mantıksız bir yaklaşımın, takıntılı bir ruh halinin eseriydi. Bütün bunları biliyor olmama rağmen her durumu Aslı’ya bağlamaktan, onun gülüşündeki sıcaklığın aklıma düşmesiyle beraber yüzümdeki ve içimdeki burukluktan kendimi koruyamıyordum. Çünkü sadece Aslı diye bağırmak bu hisleri söze dökebilirdi. Ne şairane laflar ne uzun uzun sözler. İçte kalan bir durumu en iyi bir haykırış ifade edebiliyordu. Bir şehrin ortasında tıkalı kalıp kimseye derdini anlatamıyorken de bu pek mümkün değildi.
Markete girdiğimde müşteriden çok çalışan olduğunu fark ettim. Kimisi yerleri temizliyor kimisi raflara yeni ürünler diziyordu.
“Pardon, çay alacaktım ama göremedim.”
“Tam karşında görmüyor musun?”
Evet, görmemiştim. Yan yana dizilmiş bir sürü çay vardı. Etiketleri hızlıca gözden geçirdim ve en ucuz olanı alıp kasanın yolunu tuttum. Markasının dahi ne olduğu belirsiz, poşetlenmiş bir çaydı. Sıra beklerken köşedeki içecek dolabının aynasındaki yansımamı gördüm. Saçım sakalım birbirine karışmış, üzerimdeki kıyafet eskilikten kendini saldığı için bir tarafı omzundan kaymış, pantolonumun arka tarafı oturmaktan eskimiş ve paçalarına bok bulaşmıştı. Aslı’nın sakallarımdan nefret ettiğini hatırlıyorum. Sakalsız halimi sevdiğine dairse bir hatıram yok.
“Yirmi dört lira sizin beyefendi.”
Cebimdeki tüm parayı çıkartıp saydım. Bozukluklarla beraber sadece on dokuz liram vardı sadece. Ben Mehmet Tevfik Telörgü, ismimdeki harf sayısı kadar paramla kasada ne yapacağımı bilemeden öylece kaldım.
“Beş lirayı daha sonra getirsem olur mu?”
“Maalesef, olmaz.”
“Tamam canım, benimkilerle beraber geçin.”
Arkamdaki otoriter sese karşı gelemedim ve kasanın önünde durup bu hiç tanımadığım adamın hesabı ödemesini bekledim.
“Sağ olasın abi. Evde unutmuşum, ben sana vereyim şu paraları.”
“Olur mu kardeşim ne önemi var, vermene hiç gerek yok.”
Tam elimdeki parayı cebime sokarken arkamdan topuklu ayakkabılarıyla tık tık gelen bir kadının hayatım hadi geç kalıyoruz sesi geldi. Elimdeki parayla beraber arkamı döndüğümde her klişe karşılıksız aşk hikayesinin bir kısmında olacağı üzere Aslı’yı gördüm. Karşılıksız aşkların en kötüsü bir zamanlar karşılık gördüğü aşkın karşılıksız hale evrilmesiydi. Daha da kötüsü şu an olduğu gibi karşımdaki kadının, Aslı’nın yıllar sonra karşılaşmışken ona hâlâ bir şeyler hissedebiliyor olacağımı aklının ucundan dahi geçirmiyor olmasıydı. Tabii bir de sanırım az önce kocası bana yirmi dört liralık bir iyilik yapmıştı ve ben bir elimde çay poşeti bir elimde on dokuz lirayla Aslı’ya bakıyordum.
“Mehmet, hiç seni göreceğim aklıma gelmezdi. Neler yapıyorsun, ne kadar değişmişsin?”
Her anım seni düşünmekle geçmesine rağmen ben de seni göreceğimi tahmin etmezdim. Hem de bu halde. Tamam, bu benim olduğumdan farklı bir halim değil fakat yine de kocan olduğunu tahmin ettiğim kişiden karşılıksız, biraz da acıması sonucu böyle bir iyilik görmüşken seni göreceğimi hiç tahmin etmezdim.
“İyiyim, iyiyim Aslı. Sen buralarda ne yapıyorsun asıl?”
“Tarık’ın ailesi burada yaşıyor da onlara ziyarete gelmiştik. Biraz da geç kaldık biz gidelim yavaştan.”
Şimdi hayat sağlam, sinkaflı bir küfrü hak ediyordu. Sinirim hayattan çok kendimeydi. Çünkü yıllar geçmiş olmasına rağmen ve böyle utanç verici bir vaziyette Aslı’yla karşılaşmışken ona baktığımdaki hislerimin önüne ne utanç duygusu geçebiliyordu ne de başka bir şey. Kendime sinirliydim çünkü başka sinirlenebileceğim hiç kimse yoktu. Beni sevmediği için Aslı’ya sinirlenemezdim ya da çok iyi niyetli kocasına.
Elimde çay, cebimde on dokuz lira ile eve döndüm. Çünkü ben hep eve dönerim. Aslı’yı görmek çok garipti. Garipti çünkü Aslı somut bir varlık olarak var olmaktan çıkalı uzunca bir süre oluyordu. Aslı bir fikirdi, üzerine ne kadar düşünürsen düşün ustalaşamayacağın bir fikir. Cenneti dahi vadedemeyen ilkel bir toplum diniydi Aslı. Bir getirisi olmamasına rağmen onsuz yapamayacağım bir gelenekti. Nerede, kimle olduğundan önemsiz asla ulaşamayacağım bir güzellikti. Öyle bir güzellik ki bu harekete geçmeksizin yaşayabileceğim, yüzünün aklıma düşmesiyle neşe bulabileceğim vadedilmiş bir cehennemdi. Karşılıksız aşkların uslanmaz tövbekarları ise en çok bu cehennemi hak ederdi…