Pazar, Ekim 6, 2024

Bektaş

-

EDİTÖR:
Fatma Sude Taşdelen

-

Çamurun üstünde uzun namlulu bir tüfek… Karşı kaldırımda gövdesi ıslak bir ağaç… Üst katta üniformasız bir çocuk… Salonda desensiz bir halı… Kafataslarında sözsüz bir müzik… Kapı önünde anahtarlı bir ayakkabı… Merdivenin altında kırk çuval kömür… Çocuğun çantasında bir paket sigara… Annesinin elinde bir tencere bulgur… Duvarlarda dört ayaklı bir geyik… Televizyon ekranında tek kanatlı bir sinek… Koltuğun üstünde kâğıttan bir top… Kitap sayfalarında yolunmuş bir suç…

Hep beraber el ele verilmiş, durulmuş; ötesine, berisine bakınmadan geziniyordu insanlar. Bahçe sıcaktı. Kuşlar özgür olup olmadıkları hakkında herhangi bir fikre sahip olmadan uçuşup durmakta, dikenli tellere konmaktaydı. Birbirine karışan postal seslerini ayırt etmekten yoksun kulaklar için bu akşam bir şiir yazılacak sonra ergenlik düşlerine yoğrulup ve buruşturulup bir kenara atılacaktı. Belki şimdi, şu dakika, şu çingene, şu rengi soluk şalvarını çekiştirip durmasa; şu dişsiz ağızlı ihtiyar, şu delikli taburenin üstünde, şu pencerenin dibinde, şu kalçadan gözlerini ayırmayacaktı. Yine de ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansındı. Akşam yemeğini düşünen gardiyanlar için yaşamak bunca kasvetin ortasında güzelliğini tecelli edecek, cezaevi idarecileri her gece olduğu gibi bu gece de deliksiz bir uykuya dalacaktı. Çocuğun şu an politik birtakım durumların üstüne düşünmesi, aramada nasıl bir sorun çıkartsam ütopyaları düşlemesi hiçbir zaman tüfeklilere manidar gelmeyecek, alkış tutmayacaktı. Veryansın etmek boşunaydı. Kırk yılı, yirmi altı yılı, otuz sekiz yılı, on beş yılı; daha nice iki basamaklı yılları kabullenmiş bir kalabalığın, mahkûm yakınlarının tek derdi görüşten sonraki dönüş, ulaşım sıkıntılarıydı. Evet; bahçe sıcaktı, hava da sıcaktı. Üstelik İstanbul bu öğleüstü büyük bir tramvay geçirecekti. Vapurlar fosforlu öğrencilerle lebalep dolacaktı. Köprü sıkışıp kalacak, delirmiş olmasına kesin gözüyle bakılan bir kadın, aktivist bir tutumla çırılçıplak koşacaktı. Dolmuşlar bu yakada da şoför bağırtılarıyla kirlenecekti. Çirkin bir sakallı iki omzunda su şişeleri, kafasının üstünde simit sepeti otomobillerin arasından geçecekti. Dünya canım benim, dünya bugün de dönmeye devam edecekti. Korkulu rüyasından uyanan nineler, torunlarına rüya yorumlatacaktı. Canımız olmuş bir kayısı çekecekti. Kaçak olmayan sigaralar kaçarak içilecekti. Ve mutluluk! Mutluluk tedavisini bitirip dışarı çıkacak; soluk soluğa, bu hengamenin, kalabalığın, diyalektiğin orta yerinde mutlu olmayı arzulayan mutsuzları arayacaktı. Ve mutluluk! Temiz akciğerli mutluluk! Bir insan gölgesinde soluklanmaya yakınken üstüne yapışan tükürüğün sahibine bakmak için kafasını kaldıracak, koskocaman bir izmaritle karşılaşacaktı. Mutluluk! Var olan bir mutluluk. Teğet geçip bu curcunanın kıyısından mutlu olmadığını bilmeyen evrilmişlerin yalnızlıklarına konuşlanacaktı. Bizde olan, bizim olmayan ne varsa canım benim; şimdi kökü devlette olmayan bir gül gibi yakılmayı bekliyor. Sadece bir gül gibi uzatmış ölüsünü, kötü kokular solutuyor. Yalnızlık derler canım benim, yalnızlık mutlu bir haşere. Mutluluksa biraz yalnız.

Fakat her çalkantı bir tıraş losyonuna rağmen bir çalkantıdır canım benim. Adam birkaç saat önce kalkmıştır ranzasından, sararmış havlusunu omzuna atıp banyoya geçmiştir. Banyoda sıra varsa birkaç dakika beklemiştir. Sıra yoksa -ah ne iyi sıra yoksa- aynanın karşısındaki buruşmuş suratıyla birazcık oynayıp sabuna sürülenin köpürmesiyle oyalanmıştır. Eski ama ütülenince yeni alınmış havası yaratan kumaş pantolonunu giyinip tütün kolonyası sürünmüştür. Görüş koridorunda masaya bir ton abur cubur yığmak için mahkumlar kantininden alışveriş yapmıştır. Gardiyanın detone ve davetkâr sesini işitmek umuduyla -ah ne iyi hala bir umudu varsa- pantolonunu buruşturmamaya dikkat ederek sandalyeye çömelmiştir.

Bir de aşağı katların en aşağısında canım benim, “sen önden geç” diyerek ayaklanmıştır Bay Hatip, saat henüz çeyreği vurmaya acizdir. Anlaşılan bugün biraz acele yürüyecekti işler. İdarenin kıyakçılığa başladığı nerede görülmüştür? Devam etti: “Sen dur evladım, senin göz taramanda sıkıntı çıktı, sen kimliğini göster bakayım, kızlık soyadın neydi senin, teyze çeneni yakınlaştır biraz, siz tekrar geçeceksiniz cihazdan, üstünüzdeki metalleri çıkarıp bir daha deneyin, kemerler cüzdanlar dolaplara konulsun, anahtarlar girişte, siz nesi oluyorsunuz mahkumun, hanımefendi sessiz olun burası tutukevi, kantinden yukarıya yiyecek çıkmayacak, paralar girişteki vezneye yatırılacak, çekirdek ailede olmayanların listede ismi olması şart, bu bizim sorunumuz değil beyefendi, kurallar neyse onu uyguluyoruz.” vesaire de eklendikten sonra tastamam dizilip bir sonraki bürokrasi dilsizliğinin bölünmesini seyretmeye koyuldular.

 İlk önce çocuk göründü büyük demirli kapıdan. Kırışmış beyaz gömleği ve gri pantolonuyla eşikte durdu. Belki babasını seçemiyordu belki de annesinin elinden tutmasını bekledi. Arkasından kulaklarına fısıldayan annesi: “Koş babana sarıl.” diyordu.

“Sarılamam.” dedi, “dizlerim tutmuyor”.

Yavaş yavaş yürüdüler birbirlerine kavuşan insanların arasından. Türk bayrağının çerçevelendiği duvarın bitişiğindeydi babanın önünde durduğu masa. İlkin çocuk sarıldı, sonra annesi. Annesinin daha bir anlamlı sarıldığına bakıp içerlendi. Çünkü çocuk, babasına hiçbir zaman yüreğinde herhangi bir his taşımadan sarılırdı. Gerçi bütün insanlara karşı böyleydi ama babasına bir başka duygusuzlukla sarılırdı. Bir başka duygusuz olurdu babası söz konusu olunca.

“Okul nasıl gidiyor?” diye sordu gözlerinde taşımaktan yorulduğu gülümsemesiyle.

“İyi.” dedi çocuk. Birkaç dakikadır bütün odağı babasının gömleğinin sol altındaki ıslaklıktaydı. Terden sırılsıklam olmuş vücudu süregelen bir kalp rahatsızlığının neticesiydi.

“Sen nasılsın Bektaş, iyi misin?”

İyiyim, dedi. “Biraz rahatsızım bu aralar, hastaneden ilaç yazdırdım geçen gün; dikkat etmeye çalışıyorum kendime.”

İçeriden, en fazla ceza almış mahkumlardan, dışarıdan, dışarıdaki olaylardan, akrabadan, arkadaştan belirli bir müddet bahsedildikten sonra kısır sessizliğin yeniden canlanmasıyla ilgilenmeden önündeki kekleri, kurabiyeleri, pastaları süpürmekle meşguldü çocuk. Masaların ortalarından, bittikleri noktadan vızır vızır dolanan gardiyanlar kulak kabartmış; olan biten ne varsa işitmeye çalışıyorlardı. Mahkum ve mahkum yakınları arasındaki herhangi bir yakınlaşmada gözlerini dikeltip, bir şeylerin alınıp verilmemesine özen gösteriyorlardı.

“Bak Neriman…”

Baktı kadın. Bir yandan çocuğu kontrol etmeye çalışıyor bir yandan da kocasını dinliyordu.

“Şu arkadaki çocuk var ya… Yatarı elli yıl. Onun arkasındaki gasptan… Onun da en az bir yetmiş yılı var. Çetecilikten yargılanmaması için uğraşıyorlar. Hele Neriman… Hele şu yanımızdaki… Yanımızdaki değil de çaprazımızdaki… Vurmuş, öldürmüş birisini. Hırsızlık yaparken yakalanınca bıçaklamış. Hem hırsızlık hem tasarlayarak adam öldürme… Müebbet Neriman… Müebbet…”

Çocuk, babasının işaret ettiği bütün mahkumlara bir bir göz gezdirdi. Alışmıştı bu yatar kelimesine.  

“Ah Neriman… Geçen gün geldi yine birisi. Çocuk… Daha on beş yaşında. İki gün yanımızda kaldı mecburi. Sonra çocuklar koğuşuna gönderdiler. Çocuk, Neriman… Daha çocuk… Hele görsen… Hele… İnanası gelmiyor insanın. Şu kadar boyu var. Uymuş arkadaş ortamına. Kavga çıkmış. Bir çocuğu öldürmüş. Hele Neriman… Görsen ne kadar günah… Vallahi şu kadar boyu… Şu kadar Neriman…”

Şu kadar dedikçe çocuğunu gösteriyordu. İçerlemedi. İçerlese zaten! “Baba benim boyum o kadar kısa değil” dese! Umrunda değildi hiçbir omurgalının.

“O yüzden oğlum” dedi baba, “o yüzden dikkat et arkadaş ortamına, geç saatte dışarı çıkma; otur evinde, dersini çalış, oku… oku oğlum.”

Babasını ciddiye alan bir ifadeyle birlikte vakit olsa saatlerce sürecek olan nasihatleri dinlerken, duvarlara bakmayı ihmal etmiyordu. Sürekli bir biçimde, her duvara çizilmiş olan, üstelik onlarca ve tonlarca renkli güvercin resimleri, bütün odağını masadan almıştı bile. Artık babasının durmadan terlemesiyle ilgilenmiyordu. Yan masadaki, omuzları açık, uzun, pembe bir elbise giymiş olan kadının, büyük bir özlemle ya da heyecanla otuz beş yılla yargılanan kocasının gözlerinin içine bakmasıyla ilgilenemiyordu. Sonuçta, buradan ayrılıp trafiğin ortasına atılacaktı. Canı daha da çok sıkılacaktı. Eve gidince acıkacaktı. Görüş günleri erken uyanmak zorunda kaldığından birkaç saat uyuyacaktı. Kalkacak sınavlara çalışacaktı. Arkadaşları çağıracak dışarı çıkacaktı. Birisi bir dal sigara uzatacak, sigaraya başlayacaktı. Öbürü “bira var, bira” diyecekti. Çıkıp trafonun rampasına, kadınlar hakkında konuşacaklardı. Beşiktaş’ın şampiyon olması gerektiğini düşüneceklerdi. Yazın birlikte çalışma hayalleri kuracaklardı. Köpeklerle çarpışacaklardı. Paramparça bir şişenin gölgesinin sağlam bir şişeninkinden daha geniş olduğuna hayret edeceklerdi. Çocuk, dayanamayıp birisinden hoşlandığını itiraf edecek; arkasından, herkes, kimi seviyorsa ya da zamanında kimi sevdiyse hep birlikte melankolikleşeceklerdi. Gel zaman git zaman adam olma bahsi; bu kuytuda ne varsa karanlıktan arda kalan, yapışıp soluk benizli çocukların gövdesine anne, baba ve çocuklar dolayında hür dönecekti.

“Neriman” dedi baba, “ben nakil aldıracağım.”

Çocuk buruşmuş gömleğinin pantolonunun içinden çıkan taraflarını sıkıştırmaya çalışıyordu.

Anne, “nereye gideceksin” demedi. Hatta “neden gideceksin” bile dememek için birkaç kere çırpındı. Herhalde çırpınmış olmalı. Yani olsa daha iyi olur. Ne bileyim aşk güzel bir şey sonuçta. Bir anne ile bir babayı bir arada tutan aşk değilse ne! Çırpınmak mühim. Anlatılacak, dert yanacak, bağıracak, hıçkırarak ağlatacak çok şey olacak ama bunlar bir türlü söylenemeyecek. Aşk böyle bir şey. Türk filmleri, Türk edebiyatı, Türk müziği böyle öğretti bizlere. Birbirlerinden nefret edenleri, tiksinenleri, hissizliği, kötülüğü, ahlaksızlığı, yok yaşamışları, hiçbir şey olmamışları, yaşarken unutulanları değil; hep bir şeyleri, midede uçuşan kelebekleri, heyecanları, dil tutulmalarını, sevişirkenki duyguları, musmutlu aile tablolarını, akülü arabaları, karavanlı tatilleri, kadının adamı sevdiğini, yere düşen kitaplarda buluşan elleri öğretti.

“Neriman” dedi tekrardan.

“Ne var Bektaş?”

“Burada olmuyor.”

“Ne olmuyor?”

“Sizinle aynı kentte, sizinle olamamak olmuyor.”

*

Çocuk üst kattaydı. Üniformasını çıkardı. Vestiyere astı. Annesi bulgur pilavı yapmıştı. Dedesi tüfeği temizliyordu. Kardeşi kâğıttan topuyla oynuyordu. Halıdaki desensizlik sayılıyordu. Merdivenin altından bir çuval kömür alınıyordu. Televizyonun ekranındaki sineğin bir kanadı yolunuyordu. Düştü tencere elinden.

“Bektaş ölmüş” dedi anne.

Çocuk üzülmek istedi birkaç dakika, ağlamak istedi. Beceremedi. Dede tüfeği yerine koydu. Kâğıttan top, hazırlanmış kömür poşetiyle birlikte sobaya girdi. Sinek, çıkmamış kan kaybından öldü. Ve yemek yenildikten sonra; cenaze, cezaevinden alınıp Taşoluk mezarlığına gömülmek üzere, ağlamasız-tasasız, Çanakkale Cezaevine doğru yola çıkıldı.

Berşan Koca
Berşan Koca
İstanbul’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi doğduğum kentte tamamladım; üniversiteyi ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde lisans boyutunda yürütmekteyim. Daha önce pek çok öyküm ve şiirim çeşitli platformlarda; ilk kitabım olan “Bir Pro-Absürt’ün Tarihi: Kral Marx” adlı romanım ise 2022 yılının Ekim ayında Kuzey Işığı Yayınları tarafından yayınlandı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz