Psikoloji
Film İncelemesi
Lacan’ın Aynası Üzerinden “Tanin No Kao”
Dünyada birçok alanda yankı uyandıran İkinci Dünya Savaşı, adını büyük bir yıkımla insanlığın tarihine yazarken aynı zamanda toplum üzerinde meydana gelen düşünsel ve sanatsal anlamdaki değişimleri de körüklemiştir. Yaşanan bu savaşın Japon sinemasında gösterdiği değişim ise Japon Yeni Dalga Akımı olarak karşımıza çıkmıştır. Bu akımın en bilinen yönetmenlerinden biri olan Hiroshi Teshigahara'nın kimlik arayışına, ben-öteki problemine ve insanın kendini anlamlandırma yolunda girdiği mücadeleye sanatsal bir atıfta bulunduğu Tanin No Kao isimli eseri, savaş sonrasında Japon insanının içsel bunalımlarını sinematik şekilde gözler önüne sermiştir. Yönetmen bu evrensel durumun sonucunda personasıyla yüzleşmek zorunda kalan bireyleri Lacanyen bir bakış açısıyla izlememizi sağlayarak filmin altyapısına psikanalitik ve felsefik bir zemin inşa etmiştir. Bütün bunlar bir arada ele alındığında ortaya Japon Yeni Dalgası'sının meşhur Tanin No Kao (Bir Başkasının Yüzü) isimli filmi ortaya çıkmaktadır.
Film İncelemesi
Sosyal İzolasyon ve Sinema “Three Colors: Blue”
Kieslowski filmde ne anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmiştir: “Sevdiklerini kaybetmiş bir kadının perspektifinden dünyanın neye benzediğini anlatmak istedik. Kadın için önemli olan nedir? Dünyaya nasıl tepki göstermektedir? Nelere bakmaktadır?” (Toker, 2020).
Three Colors: Blue'daki Julie karakterinin yanı sıra Kieslowski'nin diğer film karakterleri incelendiğinde, kadın profili üzerinden yaratmak istediği özgürlük imgesinin önemini P. McGavin ve Z. Banas (2016) ile yaptığı röportajda şöyle aktarmıştır: “Oyunculara özgürlük hissi vermek ve filmde rollerinden fazlasına katkıda bulunduklarını hissettirmek için çaba gösteriyorum. Onlar hayat deneyimlerini kullanırken, ben de onlardan öğreniyorum."
Kişinin varoluşu, özgürlüğüne mi bağlıdır? İnsan gerçek özgürlüğün özüne, duyduğu bunaltıyı hiçliğe dönüştürmesiyle ulaşabilir miydi? Özgürlüğü hiçlikle kuracağı bağda bulacağına inanan Julie'nin, evden ayrılırken yanında götürdüğü tek şey Anna’nın odasında asılı duran o mavi avizedir. Nitekim bu duruma varlığın nesneyle ilişkisini sorgulayan Roquentin şu düşüncesiyle değinmiştir: “Nesnelerin insana dokunmaması gerekir çünkü onlar canlı değildir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız; yararlıdırlar, işte o kadar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan gibi.”
Film, Julie'nin insanlarla yeniden bağlantı kurma ve varoluşunun anlamını bulma sürecini hiçlikle ören bir dinamizmle başlamıştır. Varoluşun anlamını, sonuç olarak Julie'nin özgürlüğünü ve yaşamını anlamlandırma sorumluluğunu taşıdığına dair güçlü bir mesaj sunmuştur.
Film İncelemesi
Varoluş ve Hakikat Arayışı: The Truman Show
İnsanın varoluş problemi ve irade özgürlüğünü kanıtlama isteği her zaman mücadelesini devam ettirmiştir. Bu mücadele sonucunda yabancılaşma beraberinde içsel bir sosyal izolasyon kazanmaktadır. İşte bu noktada birey bütün bir varoluş problemi ve yalnızlaşma duygusu ile karşı karşıya kalmaktadır. Kendini bu kanıtlama yolunda savaşan bir asker olarak gören birey Nietzsche'nin "üstinsan" evrelerinden geçerken aynı zamanda bütün varoluşçu karakterlere de göz kırpmaktadır. Bu varoluş problemi kimileri için geleneksel veya sosyolojik engeller olurken Truman içinse bir Sea Haven olmaktadır. Hiçbir ütopya bireyin özgür benliğini ortaya koymasına izin vermedikçe hapishaneden öteye geçemeyecektir. Bundan dolayı birey her zaman özgürlüğe, Fiji'ye yelken açacaktır.